16 Mayıs 2020 Cumartesi

Vebadan Koronaya




VEBADAN CORONAYA
“Bir kenti tanımanın en bilindik yollarından biri de insanların orada nasıl çalıştığına, orada birbirlerini nasıl sevdiğine ve nasıl öldüğüne bakmaktır.”
Albert Camus

            Hayatımızın en ilginç dönemlerinden birini yaşadık, yaşıyoruz. Hepimiz şoktayız. Salgın sözcüğünü pek çok kez duymuş olmamıza, hakkında pek çok film izleyip çokça kitap okumuş olmamıza rağmen şoktayız üstelik. İzlediğimiz filmlerde, okuduğumuz kitaplarda karşımıza çıkan salgın görüntülerini ve anlatılarını uzak çok uzak bir geçmişin bize asla denk gelmeyecek çaresizliği olarak algılamıştık çünkü. Ta ki ne olduğunu fark etmeden kendimizi okuduklarımızın ve izlediklerimizin bir benzerinin içinde bulana kadar. Ne yapacağımızı bilemedik- hala bilmiyoruz, hislerimizi ifade edemedik- hala edemiyoruz. Duygularımız “aslında bize çok şey kazandırdı” ile “bitsin artık, bezdim” arasında oldukça geniş bir yelpazede.           
            Kendi adıma kazandıklarımdan en önemlisi sanırım “bitpazarına nur yağdırmak” oldu. Yıllar önce okuduğum kitapları döktüm ortaya, seçtim, beğendim, okudum. Tabii ki seçtiklerim bazen bilinçli, bazen bilinçsiz, ama hep dönemin ruhuna uygun oldu. Dönemin ruhu ve salgın denilince aklımıza ilk ne gelmeliydi? Tabii ki Veba... Cezayir asıllı Fransız düşünür ve yazar, varoluşçuluk akımının öncülerinden ve absürdizmin babası Albert Camus’nün 1941 yılında yazmaya başladığı, 1947’de yayımladığı, Avrupa romanlarının en önemli örneklerinden biri olan Veba…
            Önce Camus’den başlayalım: Yazarımız eserini kaleme almadan önce dünya tarihinde yer alan büyük veba salgınlarını derinlemesine araştırır. 14. Yüzyılda Avrupa’da çok sayıda insanın ölmesine neden olan kara vebayı, COVID-19’un da çok sayıda can kaybına yol açtığı, İtalya’nın en güzel bölgelerinden biri olan Lombardiya’da 1630’da baş gösteren İtalyan vebasını, 1655’te İngiltere’de yaşanan büyük veba salgınını, 19. Yüzyılda Çin’in doğu sahillerini kasıp kavuran ölümcül felaketi. Tabii ki bu dönemlerde insanların verdikleri tepkileri ve tepkilerinin sonuçlarını…
            Albert Camus için hayat yaşanmaya değmeyecek kadar absürd, bu kadar kötülüğün yaşanmasına karşı çıkmayan tanrı ise inanılmasına gerek olmayacak kadar önemsizdir. O bunlara ihtiyaç duymadan aziz olunup olunamayacağını sorgular yapıtlarında. Önemli olan, elimize inanılmaya değer olmayan bir tanrının verdiği, yaşanmaya değmeyecek bir hayatla neden hala çarkın içinde olduğumuzu bulmaktır.
            Gelelim kitabımıza… “Bu güncenin konusunu oluşturan ilginç olaylar 194…’te Oran’da meydana geldi. İlk bakışta Oran, gerçekten de sıradan bir kent, Cezayir’in bir Fransız ilinden başka bir şey değildi.” Camus kitabın ilk cümlelerinde olayın geçtiği o silik ve sıkıcı kasabayı bu cümlelerle tanımlar ve ekler: “Kentin kendisi de itiraf etmek gerekir, çirkindir. Her yerde olduğu gibi Oran’da da zamansızlıktan ve düşünememekten insanlar bilmeden birbirini sevmek zorundadır. Hem sonra hiçbir şeyi abartmamak gerekir. Altı çizilmesi gereken, kentin sıradan görünümüdür. Renkten, bitkiden ve ruhtan yoksun kentimiz aslında dinlendiricidir.  İşte böyle bir atmosferde başlar her şey. …
            Bir sabah başkarakterimiz Dr. Bernard Rieux eşini tedavi göreceği hastaneye yolcu etmek için evden çıktığında farelerle karşılaşır. Başlangıçta farelerin varlığına kimseler inanmaz. Ancak fareler, vebaya yakalanan kişilere yaşattıkları ağrı ve acılarla, her sokak başında üst üste yığılmış leşleri ve yarattıkları korku ile yavaş yavaş Oran’ın gündeminde çok önemli bir yer kaplamaya başlar. Ölü sayısı her geçen gün artar. Bir günde veba nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı inanılmaz bir noktaya ulaşır. Karantina başlar, şehre giriş ve çıkışlar yasaklanır.
            Bu arada başkarakter demişken şunu da eklemekte fayda var, her ne kadar Dr. Rieux kurgunun başından sonuna kadar canı pahasına veba ile mücadele etse de okumayı tamamladığımıza onu pek de iyi tanıyormuş gibi hissetmeyiz kendimizi.  Kitapta tüm ayrıntıları ile irdelenen tek şey vebanın kendisidir karakterler değil.
            Veba teması ile iyilik ve kötülük sorgulanır, din ve erdem tartışılır. Şüphesiz kitabın en etkileyici paragrafları başlangıçta bu felaketin dinden yoksunlukla ortaya çıktığını savunan ancak günahsız bir çocuğun ölümünü gördüğü zaman fikrini değiştirmeye başlayan papaz ile doktor arasında geçen diyaloglardır.  Din adamı vebanın ahlaksızlığı yok etmek için ortaya çıktığını savunurken Dr. Rieux acının sadece ahlaksızlara musallat olmayan, rastgele dağıtılan bir şey olduğunu savunur ve insanların acılarını yok etmek için elinden geleni yapar. Ne kadar absürd olsa da ona göre de veba ile savaşmanın tek yolu ahlaklı olmaktır. Sadece onun ahlak anlayışı farklıdır. Bir hastası “Ahlaklı olmak nedir peki?” diye sorduğunda Dr. Rieux “Benim yaptığım işi yapmaktır.” diye cevap verir. Durum böyleyken, bilim bir taraftan, din diğer taraftan ahlakı kendilerince sorgularken halk ne yapmaktadır peki? Tabii ki bizim yaptığımızın aynısını… Yazara göre, şehrin sakinleri bu durumun uzun sürmeyeceğini, hala özgür olduklarını düşünmeye devam eder:  “Aralarından bazılarının hala özgür insanlar gibi hareket ettiğini, hala seçme özgürlükleri olduğunu düşündükleri bile oluyordu. Ama işin doğrusu artık bireysel yargı diye bir şey yoktu. Veba ya da herkesin paylaştığı duygulardan oluşmuş ortak bir tarih vardı.”
            Aradan bir yıl geçtiğinde, Oran’da veba ortaya çıktığı gibi yok olur, halk bunu kutlar. Acılar sona ermiştir. Günlük hayatın normalliğine geri dönülebilecektir artık. Sadece doktor bunun kesin bir zafer olmadığını bilir. Çünkü ona göre; veba asla ölmeyecektir. Yatak odalarında, mahzenlerde, sandıklarda, mendillerde ve eski gazetelerde sabırlı bir şekilde bekleyerek, zamanı geldiğinde mutlu şehirlerdeki farelerini canlandırıp sakinlerini yok edecektir.
            Ölüm konusunda tarih boyunca çok ilerleme kaydedememiş insanlar olarak bizim de bir ortak tarihimiz var artık. Bir kez daha gördük ki hayatta kalmak insanların en temel önceliği.  Peki nedeni ne olursa olsun -veba, korona, savaş, silah- kaçamayacağımızı bildiğimiz bir son olmasına rağmen neden yaşıyoruz? Camus ünlü absürdlük felsefesinde tam olarak bunu anlatır işte. Der ki: “Yaşamın içinde yer alan absürdlüklerin farkına varmak, bizi umutsuzluğa değil trajikomik bir kurtuluşa, kalbimizin yumuşamasına, yargılamaktan uzaklaşmaya ve neşeyle minnettarlığı ahlakımız haline getirmemizi sağlamalıdır.”
            Biz de artık normalleşme sürecine girdik. Kutlama yapacağımız gün yakın gibi. Umarım kutlamaların yapıldığı o güzel gün geldiğinde geride umudu yenilenmiş, kalbi yumuşamış, yargılamaktan uzaklaşmış, neşeyi ve minnettarlığı ahlakı haline getirmiş bir insanlık kalır…


Kitaplara ve Okumaya Dair

  KİTAPLARA VE OKUMAYA DAİR “Akşam vakti, büyüleyici bir masalın tam ortasındaki bir çocuğa, kerameti kendinden menkul bir gerekçe göstere...