29 Ağustos 2022 Pazartesi

Barbarları Beklerken

 




BARBARLARI BEKLERKEN

          Çünkü hava karardı, barbarlar gelmedi.

Ve sınır boyundan dönen habercilere göre,

Barbarlar diye kimseler yokmuş artık.

Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?

Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.

Constantino Kavafis

 

            Her edebiyatseverin kendini yakın hissettiği bir tür vardır. Dürüst olmam gerekirse, benim gönlüm hep romandan yanadır, şiirden değil… Bununla birlikte okumaktan çok keyif aldığım şairler sıralaması yapsam, listenin en üstünde Kavafis olur. Galiba hem bizden biri hem de “Uzak” olduğu için. En sevdiğim şiiri, Uzak. Diğerlerini de bilirim şöyle böyle, İthaka’nın yeri ayrıdır kalbimde. Ama içlerinden biri vardır ki bir şiirden fazlasıdır, okurken dünya tarihi gözünüzün önünden film şeridi gibi geçer: “Barbarları Beklerken”…

            Barbarları Beklerken, Antik Roma’da imparatorun, senatörlerin, konsülün şehre gelecek olan barbarları beklemesini, aslında onlardan medet ummasını anlatır. Halkın sorunlarına çözüm bulamayan, sorularına cevap veremeyen iktidar, halkı susturmak, kendi erkini kanıtlamak için hep aynı cümleyi kullanır: “Barbarlar geliyor!”             Zaman geçer, barbarlar gelmez. Halk buna sevineceği yerde üzülür çünkü medeniyet barbarlar olmadan anlamsızdır. Ve barbarlar gelmeyince sorunlarının sorumluları konusunda kafaları karışır. Kavafis’in 1903 yılında kaleme aldığı şiir “muasır medeniyet” seviyesine gelirken yapılan barbarlıklara ayna tutar.

            Gelelim asıl konuya… Jale Sancak ile yürüttüğümüz okuma atölyesinde, geçtiğimiz yıl Güney Afrikalı yazar J.M. Coetzee ile tanışma şansım oldu. 2003 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü almış olan yazardan İlk okuduğum kitap Petersburglu Usta’ydı ve onu “Barbarları Beklerken” takip etti. Tabii ki ikinci olarak bu eseri seçmemin nedenlerinden en önemlisi çok sevdiğim şiirle aynı adı taşımasıydı. Hatta aynı adı taşımakla kalmayıp şiirin atmosferini fon olarak kullanan bir başyapıt olması…

            Roman, geniş topraklara yayılmış hayali bir imparatorlukta, bilinmeyen bir sınır kasabasında, bilinmeyen bir zamanda geçiyor. Barbarlar olarak tabir edilen insanlar ise balık tutan, toplayıcılık, avcılık ve tarım yapan yerliler. Kahramanımız, bu kasabada uzun yıllardır görev yapan sulh hâkimi. Olaylar onun gözünden aktarılıyor. Sözüm ona imparatorluğa karşı ayaklanarak tehdit oluşturan barbarların kalkışmasını önlemek üzere gönderilen garip gözlüklü, rahatsız edici bir insan olan Albay Joll gelmeden önce rahatına düşkün bir hayat süren hâkimin hayatı onun gelişiyle sonsuza kadar değişiyor. Albay Joll, imparatorluk için tehdit arz eden barbarları kontrol altına almak için çölde ava çıkıyor ve bir süre sonra yanında bir grup yerliyle birlikte dönüyor. Barbar isyanında rol alması muhtemel bu insanlar kör ediliyor, kalıcı şekilde sakat bırakılıyor ve ölümler başlıyor.  Bu sırada kahramanımız “bazı insanlar haksız yere acı çektiğinde, acılarına tanık olanların kaderine utanç hissetmek düştüğü”nü söylese de içten içe bunun sahte bir avuntu olduğunu biliyor ve iç hesaplaşması hikaye boyunca devam ediyor. Aslında bir görünüp bir kaybolan, sesi soluğu çıkmayan barbarların imparatorluğun kendi gücünü, kendi medeniyet seviyesini kanıtlamak için ihtiyaç duyduğu kurbanlar olduğunu biliyor. Her iktidarın varlığını sürdürebilmek için bir düşmana ihtiyacı olduğunu da…

            Sonunda imparatorluğun istediği oluyor ve barbarlar ayaklanıyor. Sulh hakimi de şiddetten nasibini alıyor. Barbarlar surların içine tekrar yerleşip sözde medenileri kaçırıyorlar. Kahramanımız sınır kasabasında yaşamaya devam ediyor ve barbarların da bir süre sonra sahte medeniyetin çarkları arasında un ufak olacağını düşünüyor:

            “Ama barbarlar ekmeği, taze ekmeği, karadut reçelini, ekmek ve Bektaşi üzümü reçelini tadınca bizim tarafımıza geçecekler. Tahıl yetiştirmeyi bilen erkeklerin ve şifalı meyveleri kullanmayı bilen kadınların sanatı olmadan yaşayamadıklarını fark edecekler.”

            Sömürgeciliğin eleştirisi olan kitapta otoriteyi temsi eden Albay Joll, hayali düşmanları yok etmek için uğraşıp önüne her gelene işkence yaparken, siz de kimin barbar olduğunu sorguluyorsunuz ister istemez. Gücünü kanıtlamak için şiddetin her türlüsünü kendine hak gören sözde uygar toplumlar mı yoksa işgal edilen topraklarda hali hazırda yaşamakta olanlar mı?  Medeniyet götürmek için eskiden beri o topraklarda yaşayanların kültürüne, yaşamına el koyup değiştirmeye çalışanlar mı? Sanırım cevabı uzun uzun düşünmeye gerek yok.

            Film uyarlaması kitap kadar olmasa da ilgi çekici. Avrupa kolonyal yaşamına bir bütün olarak bakmamızı sağlıyor. Filmde emperyalizmin barbarları beklemeye ihtiyaç duyduğu gerçeği çarpıcı bir şekilde vurgulanıyor. İçinde yaşadığınız muasır medeniyetin nelerin üzerine inşa edilmiş olduğunu fark edip ister istemez düşünüyorsunuz:

Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?

Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.


11 Ağustos 2022 Perşembe

Sophie'nin Seçimi ve Kötülüğün Sıradanlığı Üzerine

 


Hayal ürünü kötülük romantik ve renklidir, oysa gerçek kötülük karanlıktır, yavan, anlamsız ve boğucu…

Simone Weil/Tanrıyı Beklerken

 

            Uzun zamandır okumayı ertelediğim, kitaplığımda beklettiğim bir kitaptı Sophie’nin Seçimi…

            Amerika’nın önemli yazarlarından biri olan ve 2006 yılında aramızdan ayrılan William Styron, sinemaya da uyarlanan, yayımlandığı 1979 yılında büyük yankı uyandıran bu eseri ile Amerikan Ulusal Kitap Ödülü’nü kazanmıştı. Türkçe olarak ilk kez 1983 yılında yayımlanan ve bir süre yeni baskısı yapılmayan kitap, 2019 yılında Doğan Kitap tarafından tekrar yayımlandı. Geçtiğimiz kış, ülkemizde totalitarizm üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan filozof ve siyaset bilimci Hannah Arendt’in, Nazi Almanyası döneminde milyonlarca insanın toplama kamplarına götürülmesinden sorumlu Adolf Eichman isimli SS subayının Kudüs’teki yargılanma sürecini ele aıldığı kitabı “Kötülüğün Sıradanlığı”nı okuduktan sonra “Sophie’nin Seçimi”ni de okumak aklıma düştü. Satın aldım, ancak dediğim gibi okumak için yaz tatilini bekledim.

            Fazlaca hüzün içermesine ve bir yaz kitabı olmak için fazla ağır bir konuya sahip olmasına karşın tatilde okumak için beklememin en önemli nedeni, kitabın sayfa sayısıydı. Okuduğum kitapları markete giderken bile yanıma alma merakım, yaklaşık 750 sayfa kalınlığında olan bu eseri sürekli çantamda taşıma ihtimalimi azalttığı için beklemek zorunda kaldım aslında…

            Kitabı okumaya niyetlenenler için hemen belirtmek isterim ki sayfa sayısının çokluğuna ve konunun barındırdığı hüzne rağmen hızlı okunan, son derece akıcı bir kitap. Çünkü kitabı okurken, baş karakter-çiçeği burnunda yazar Stingo’nun deyimiyle, toplama kampında yaşadıklarını anlatan Sophie ile öyle eksiksiz özdeşleşiyorsunuz ki kendinizi Polonyalı hissediyorsunuz. Damarlarınızda “kokuşmuş” Avrupalı kanının dolaştığını ve hatta Auschwitz’in ruhunuza musallat olduğunu…

            Kitabın felsefesini daha iyi anlayabilmek için yazarın hayatına ve yaşadığı döneme bir göz atmanın iyi olacağını düşünüyorum. Zira, İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD Deniz Kuvvetleri’nde teğmen olarak görev yapmış William Styron’un yaşam öyküsü eserin ortaya çıkmasında önemli bir role sahip.

            İkinci Dünya Savaşı biter bitmez, 29 Ekim 1945’te varoluşçu filozof Jean Paul Sartre, Paris’te Club Maintenant’ta savaşın yarattığı çöküntü ile ilgili düşüncelerini anlattığı “Varoluşçuluk Hümanizmdir” isimli ünlü konuşmasını yapar ve bir gecede şöhrete kavuşur. Sartre, konuşmasında “Varlık özden önce gelir.” diyerek varoluşçuluğun tek ve doğru kuram olduğunu savunur. Bireyin seçme özgürlüğüne dayandırdığı felsefesini "İnsan her şeyden önce var olur, kendisiyle karşılaşır, dünyada yükselir ve daha sonra kendini tanımlar". cümlesi ile ifade eder. Ona göre, bireyin eylemi, seçimleri insanlığı etkiler ve şekillendirir. “Kendimi şekillendirirken adamı şekillendiriyorum.” der.

            Bu ünlü konuşma, kitap haline getirilir ve binlerce kopyası savaşın ardından yorgun ve harap düşmüş Avrupa’ya dağılır. 1923 Virginia doğumlu Teğmen Stryron, savaşın ardından ülkesine döndüğünde, cebinde “Varoluşçuluk Hümanizmdir” başlıklı konuşmanın bir kopyası, aklında ahlaki sorular vardır. Özgürlük, sorumluluk, insanlık gibi konuları mesele edinerek yazmaya başlar. Bakış açısını Sartre felsefesi ve varoluşçuluk üzerine kurar. Öncelikle kendi doğduğu coğrafyanın, muhafazakar güney eyaletlerinin en önemli konusu olan kölelik üzerine yazar ve uzun bir suskunluk döneminin ardından büyük eseri Sophie’nin Seçimi’ni kaleme alır.

            Bu uzun girişin ardından kitabımıza bakmaya başlayabiliriz.

            Hikaye, Holokost üzerinden bireyin ve tüm insanlığın içindeki kötülüğün doğasına ve şartlar uygun olduğunda ne kadar kolay sıradanlaştığına ayna tutuyor. Bu aynada II. Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarına gönderilen milyonlarca insan ile beraber Amerika’nın kölelik tarihini de görebiliyoruz.  

            Yıl 1947, Brooklyn… 22 yaşındaki Stingo, yazar olma hayalini gerçekleştirmek için editörlük yapmayı bırakır ve Yahudilerin yaşadığı bir pansiyona yerleşir. Pansiyonda geçirdiği ilk gece enteresan bir çiftle tanışır… Yetenekli ve çok zeki bir Yahudi olan Nathan ve Auschwitz toplama kampından sağ kurtulan güzeller güzeli Polonyalı Katolik Sophie… Bu çiftin hayatında bırakacağı etkiyi, yıllar sonra kendi hikayesini anlatırken “sanki kara kışın ortasında biri arkamdan kutup çöllerine bir kapı açmıştı, kaçmak istedim onlardan” diye değerlendirir. “Eğer pılımı pırtımı toplayıp tüyseydim burada bambaşka bir hikaye anlatırdım ya da anlatacak bir hikaye kalmazdı geriye…”

            Ortada müthiş bir hikaye olduğuna göre tahmin edeceğiniz üzere Stingo kaçmaz, kaçamaz. Hikaye önce yaşanır, sonra yazılır. Sophie, Nathan ve Stingo arasında tuhaf bir dengede duran yakın bir dostluk kurulur. Birbirlerine büyük bir tutku ile bağlı olan Nathan ve Sophie arasında kavga gürültü hiç bitmezken Stingo da Sophie’ye gizliden gizliye aşık olmuştur. Sophie, Stingo’ya o güne kadar kimseye güvenmediği kadar güvenir. Ona Polonya ve Auschwitz’de başından geçenleri anlatmaya başlar. Anlattıkça acısı azalacağı yerde katlanarak artar çünkü yaşadıklarını ilk kez dillendiriyor olmak onun için çok zordur.

            Sophie, kampa getirildiği gün, yanında Eva ve Jan adında iki çocuğu vardır. Ölüm treninden indiğinde, kendisini çocukları ile birlikte, tutsakların akıbetine karar veren bir tıp doktorunun karşısında bulur. Aklında tek bir şey vardır: Bu adama bir Yahudi ya da bir komünist olmadığını, inançlı bir Katolik olduğunu mükemmel Almancası ile anlatmak ve bu sayede çocuklarını kurtarmak. Oysa sonuç beklediğinden çok farklı olacaktır. Sarhoş doktor, Sophie’ye İncil’den bir cümleyi hatırlatarak dindarlığını kanıtlamasını ister:  “Küçük çocukları bana erişmekten alıkoymayın.”

            İki çoğundan birini seçmesini ister. Seçtiği çocuk yanında kalacak, diğeri gaz odasına gönderilecektir.

            Kitabın bundan sonrasını anlatmaya gerek yok. Sophie’nin seçim yapıp yapmadığı, yaptıysa hangi çocuğunu seçtiği veya nedeni değil önemli olan… En azından benim için değil. Sophie güçsüzdü, bir seçim yapmak zorundaydı. Aksi takdirde iki çocuğunu da kaybedecekti. Beni ilgilendiren kişi Stingo’nun taktığı isimle Doktor “Jemand von Niemand” , (Türkçesi Doktor Birisi Hiçkimse)  oldu...

            Bu bölümü okurken doktorun, ustalıkla kurduğu bu eylemi gerçekleştirebilmek için uzun zamandır Sophie ve çocuklarına rastlamayı beklediğini hissettim.  Sanki yüreğinde taşıdığı sefillikle hayatta en çok istediği, can attığı şey Sophie gibi birine yani müşfik ve fani bir Hıristiyan’a affedilmez bir günah işletmekti. Diğer SS otomatlarından farklı olarak iyiliğe ve kötülüğe eşit miktarda yatkındı sanki…

            Kitabı bitirir bitirmez Meryl Streep’e Oscar kazandıran film uyarlamasını izledim. Doktoru kimin nasıl canlandırdığını çok merak ediyordum. Filmin bütün başarısı bence o sahnedeydi. Kötülüğün nasıl sıradanlaştığını, oyun haline geldiğini iliklerime kadar hissettim. Sophie’nin seçimi bir zorunluluktu, güçsüzlüğünden, acizliğinden kaynaklanıyordu. Peki doktor? O neden ve nasıl bu kadar kötü olmayı seçmişti? Onu kötülüğü sıradanlaştırmaktan ne alıkoyabilirdi?

            Kitabın son bölümü bu sorulara bir parça cevap niteliğinde. Artık çok genç olmayan ünlü yazar Stingo, o kötü günlerde kaleme aldığı güncesini açıyor ve “Yüreğindeki sevgiyi tüm canlılara bahşet.” cümlesi ile karşılaşıyor. Bu cümleyi, evrensel bir pınardan türemiş, telif hakkı Tanrı’da olan bir kelam olarak değerlendiriyor. Laotzu’ya, İsa’ya, Budha’ya, binlerce küçük çaplı elçiye ayan olmuş bu sözleri gözü dönmüş bir zırdeli gibi dağa taşa nakşetmek istemiş olduğunu hatırlıyor ve ekliyor: “Ne var ki bu cümle bizi başka bir soruna taşıyor: İfadenin uygulanmadaki imkansızlığına.” Sonuçta o kamplarda yaşananlar devasa sevgi akışına insanlığın damarlarını tıkayan ölümcül bir emboli gibi misali tam anlamıyla ket vurmadı mı? Ya da doğa sevgisini tümden çarpıtmadı mı? Ya da en güzel ve kutlu varlıklar bir yana bir karıncayı, kertenkeleyi, engereği, kurbağayı, tarantulayı, kuduz virüsünü bile sevme fikri, dünyaya Auschwitz gibi kapkara bir yapının inşa edilmesine imkan tanındığı için gülünç hale gelmedi mi? Evet, geldi...

    Yine de ve her halükarda bu cümleyi kırılgan ama kalıcı bir umudun yadigarı olarak saklamak gerek… 

    Yüreğindeki sevgiyi tüm canlılara bahşet!

Kitaplara ve Okumaya Dair

  KİTAPLARA VE OKUMAYA DAİR “Akşam vakti, büyüleyici bir masalın tam ortasındaki bir çocuğa, kerameti kendinden menkul bir gerekçe göstere...