BARBARLARI BEKLERKEN
Çünkü hava karardı, barbarlar gelmedi.
Ve sınır boyundan dönen habercilere göre,
Barbarlar diye kimseler yokmuş artık.
Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?
Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.
Constantino Kavafis
Her
edebiyatseverin kendini yakın hissettiği bir tür vardır. Dürüst olmam
gerekirse, benim gönlüm hep romandan yanadır, şiirden değil… Bununla birlikte
okumaktan çok keyif aldığım şairler sıralaması yapsam, listenin en üstünde
Kavafis olur. Galiba hem bizden biri hem de “Uzak” olduğu için. En sevdiğim
şiiri, Uzak. Diğerlerini de bilirim şöyle böyle, İthaka’nın yeri ayrıdır
kalbimde. Ama içlerinden biri vardır ki bir şiirden fazlasıdır, okurken dünya
tarihi gözünüzün önünden film şeridi gibi geçer: “Barbarları Beklerken”…
Barbarları
Beklerken, Antik Roma’da imparatorun, senatörlerin, konsülün şehre gelecek olan
barbarları beklemesini, aslında onlardan medet ummasını anlatır. Halkın
sorunlarına çözüm bulamayan, sorularına cevap veremeyen iktidar, halkı susturmak,
kendi erkini kanıtlamak için hep aynı cümleyi kullanır: “Barbarlar geliyor!” Zaman geçer, barbarlar gelmez. Halk
buna sevineceği yerde üzülür çünkü medeniyet barbarlar olmadan anlamsızdır. Ve
barbarlar gelmeyince sorunlarının sorumluları konusunda kafaları karışır. Kavafis’in
1903 yılında kaleme aldığı şiir “muasır medeniyet” seviyesine gelirken yapılan
barbarlıklara ayna tutar.
Gelelim
asıl konuya… Jale Sancak ile yürüttüğümüz okuma atölyesinde, geçtiğimiz yıl
Güney Afrikalı yazar J.M. Coetzee ile tanışma şansım oldu. 2003 yılında Nobel
Edebiyat Ödülü’nü almış olan yazardan İlk okuduğum kitap Petersburglu Usta’ydı
ve onu “Barbarları Beklerken” takip etti. Tabii ki ikinci olarak bu eseri seçmemin
nedenlerinden en önemlisi çok sevdiğim şiirle aynı adı taşımasıydı. Hatta aynı
adı taşımakla kalmayıp şiirin atmosferini fon olarak kullanan bir başyapıt
olması…
Roman,
geniş topraklara yayılmış hayali bir imparatorlukta, bilinmeyen bir sınır
kasabasında, bilinmeyen bir zamanda geçiyor. Barbarlar olarak tabir edilen
insanlar ise balık tutan, toplayıcılık, avcılık ve tarım yapan yerliler. Kahramanımız,
bu kasabada uzun yıllardır görev yapan sulh hâkimi. Olaylar onun gözünden
aktarılıyor. Sözüm ona imparatorluğa karşı ayaklanarak tehdit oluşturan
barbarların kalkışmasını önlemek üzere gönderilen garip gözlüklü, rahatsız
edici bir insan olan Albay Joll gelmeden önce rahatına düşkün bir hayat süren hâkimin
hayatı onun gelişiyle sonsuza kadar değişiyor. Albay Joll, imparatorluk için
tehdit arz eden barbarları kontrol altına almak için çölde ava çıkıyor ve bir
süre sonra yanında bir grup yerliyle birlikte dönüyor. Barbar isyanında rol
alması muhtemel bu insanlar kör ediliyor, kalıcı şekilde sakat bırakılıyor ve
ölümler başlıyor. Bu sırada kahramanımız
“bazı insanlar haksız yere acı çektiğinde, acılarına tanık olanların kaderine
utanç hissetmek düştüğü”nü söylese de içten içe bunun sahte bir avuntu olduğunu
biliyor ve iç hesaplaşması hikaye boyunca devam ediyor. Aslında bir görünüp bir
kaybolan, sesi soluğu çıkmayan barbarların imparatorluğun kendi gücünü, kendi
medeniyet seviyesini kanıtlamak için ihtiyaç duyduğu kurbanlar olduğunu
biliyor. Her iktidarın varlığını sürdürebilmek için bir düşmana ihtiyacı
olduğunu da…
Sonunda
imparatorluğun istediği oluyor ve barbarlar ayaklanıyor. Sulh hakimi de
şiddetten nasibini alıyor. Barbarlar surların içine tekrar yerleşip sözde
medenileri kaçırıyorlar. Kahramanımız sınır kasabasında yaşamaya devam ediyor
ve barbarların da bir süre sonra sahte medeniyetin çarkları arasında un ufak
olacağını düşünüyor:
“Ama
barbarlar ekmeği, taze ekmeği, karadut reçelini, ekmek ve Bektaşi üzümü
reçelini tadınca bizim tarafımıza geçecekler. Tahıl yetiştirmeyi bilen
erkeklerin ve şifalı meyveleri kullanmayı bilen kadınların sanatı olmadan
yaşayamadıklarını fark edecekler.”
Sömürgeciliğin
eleştirisi olan kitapta otoriteyi temsi eden Albay Joll, hayali düşmanları yok
etmek için uğraşıp önüne her gelene işkence yaparken, siz de kimin barbar
olduğunu sorguluyorsunuz ister istemez. Gücünü kanıtlamak için şiddetin her
türlüsünü kendine hak gören sözde uygar toplumlar mı yoksa işgal edilen
topraklarda hali hazırda yaşamakta olanlar mı? Medeniyet götürmek için eskiden beri o
topraklarda yaşayanların kültürüne, yaşamına el koyup değiştirmeye çalışanlar
mı? Sanırım cevabı uzun uzun düşünmeye gerek yok.
Film uyarlaması kitap kadar olmasa da ilgi çekici. Avrupa kolonyal yaşamına bir bütün olarak bakmamızı sağlıyor. Filmde emperyalizmin barbarları beklemeye ihtiyaç duyduğu gerçeği çarpıcı bir şekilde vurgulanıyor. İçinde yaşadığınız muasır medeniyetin nelerin üzerine inşa edilmiş olduğunu fark edip ister istemez düşünüyorsunuz:
Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?
Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.