Hayal ürünü kötülük romantik ve
renklidir, oysa gerçek kötülük karanlıktır, yavan, anlamsız ve boğucu…
Simone Weil/Tanrıyı Beklerken
Uzun zamandır okumayı ertelediğim,
kitaplığımda beklettiğim bir kitaptı Sophie’nin Seçimi…
Amerika’nın
önemli yazarlarından biri olan ve 2006 yılında aramızdan ayrılan William Styron,
sinemaya da uyarlanan, yayımlandığı 1979 yılında büyük yankı uyandıran bu eseri
ile Amerikan Ulusal Kitap Ödülü’nü kazanmıştı. Türkçe olarak ilk kez 1983
yılında yayımlanan ve bir süre yeni baskısı yapılmayan kitap, 2019 yılında
Doğan Kitap tarafından tekrar yayımlandı. Geçtiğimiz kış, ülkemizde totalitarizm
üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan filozof ve siyaset bilimci Hannah Arendt’in,
Nazi Almanyası döneminde milyonlarca insanın toplama kamplarına götürülmesinden
sorumlu Adolf Eichman isimli SS subayının Kudüs’teki yargılanma sürecini ele aıldığı
kitabı “Kötülüğün Sıradanlığı”nı okuduktan sonra “Sophie’nin Seçimi”ni de
okumak aklıma düştü. Satın aldım, ancak dediğim gibi okumak için yaz tatilini bekledim.
Fazlaca
hüzün içermesine ve bir yaz kitabı olmak için fazla ağır bir konuya sahip olmasına
karşın tatilde okumak için beklememin en önemli nedeni, kitabın sayfa
sayısıydı. Okuduğum kitapları markete giderken bile yanıma alma merakım, yaklaşık
750 sayfa kalınlığında olan bu eseri sürekli çantamda taşıma ihtimalimi azalttığı
için beklemek zorunda kaldım aslında…
Kitabı
okumaya niyetlenenler için hemen belirtmek isterim ki sayfa sayısının çokluğuna
ve konunun barındırdığı hüzne rağmen hızlı okunan, son derece akıcı bir kitap. Çünkü
kitabı okurken, baş karakter-çiçeği burnunda yazar Stingo’nun deyimiyle, toplama
kampında yaşadıklarını anlatan Sophie ile öyle eksiksiz özdeşleşiyorsunuz ki kendinizi
Polonyalı hissediyorsunuz. Damarlarınızda “kokuşmuş” Avrupalı kanının dolaştığını
ve hatta Auschwitz’in ruhunuza musallat olduğunu…
Kitabın
felsefesini daha iyi anlayabilmek için yazarın hayatına ve yaşadığı döneme bir
göz atmanın iyi olacağını düşünüyorum. Zira, İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD
Deniz Kuvvetleri’nde teğmen olarak görev yapmış William Styron’un yaşam öyküsü eserin
ortaya çıkmasında önemli bir role sahip.
İkinci
Dünya Savaşı biter bitmez, 29 Ekim
1945’te varoluşçu filozof Jean
Paul Sartre, Paris’te Club Maintenant’ta savaşın
yarattığı çöküntü ile ilgili düşüncelerini anlattığı “Varoluşçuluk Hümanizmdir” isimli ünlü
konuşmasını yapar ve bir gecede şöhrete kavuşur. Sartre, konuşmasında “Varlık
özden önce gelir.” diyerek varoluşçuluğun tek ve doğru kuram olduğunu savunur.
Bireyin seçme özgürlüğüne dayandırdığı felsefesini "İnsan
her şeyden önce var olur, kendisiyle karşılaşır, dünyada yükselir ve daha sonra
kendini tanımlar". cümlesi ile ifade eder. Ona göre, bireyin eylemi,
seçimleri insanlığı etkiler ve şekillendirir. “Kendimi şekillendirirken adamı
şekillendiriyorum.” der.
Bu ünlü konuşma, kitap haline getirilir
ve binlerce kopyası savaşın ardından yorgun ve harap düşmüş Avrupa’ya dağılır. 1923 Virginia doğumlu
Teğmen Stryron, savaşın ardından ülkesine döndüğünde,
cebinde “Varoluşçuluk Hümanizmdir” başlıklı konuşmanın bir kopyası, aklında ahlaki sorular vardır. Özgürlük,
sorumluluk, insanlık gibi konuları mesele edinerek yazmaya başlar. Bakış açısını
Sartre felsefesi ve varoluşçuluk üzerine kurar. Öncelikle kendi doğduğu
coğrafyanın, muhafazakar güney eyaletlerinin en önemli konusu olan kölelik
üzerine yazar ve uzun bir suskunluk döneminin ardından büyük eseri Sophie’nin Seçimi’ni
kaleme alır.
Bu
uzun girişin ardından kitabımıza bakmaya başlayabiliriz.
Hikaye,
Holokost üzerinden bireyin ve tüm insanlığın içindeki kötülüğün doğasına ve şartlar
uygun olduğunda ne kadar kolay sıradanlaştığına ayna tutuyor. Bu aynada II.
Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarına gönderilen milyonlarca insan ile beraber
Amerika’nın kölelik tarihini de görebiliyoruz.
Yıl
1947, Brooklyn… 22 yaşındaki Stingo, yazar olma hayalini gerçekleştirmek için editörlük
yapmayı bırakır ve Yahudilerin yaşadığı bir pansiyona yerleşir. Pansiyonda
geçirdiği ilk gece enteresan bir çiftle tanışır… Yetenekli ve çok zeki bir Yahudi
olan Nathan ve Auschwitz toplama kampından sağ kurtulan güzeller güzeli Polonyalı
Katolik Sophie… Bu çiftin hayatında bırakacağı etkiyi, yıllar sonra kendi
hikayesini anlatırken “sanki kara kışın ortasında biri arkamdan kutup çöllerine
bir kapı açmıştı, kaçmak istedim onlardan” diye değerlendirir. “Eğer pılımı
pırtımı toplayıp tüyseydim burada bambaşka bir hikaye anlatırdım ya da anlatacak
bir hikaye kalmazdı geriye…”
Ortada
müthiş bir hikaye olduğuna göre tahmin edeceğiniz üzere Stingo kaçmaz, kaçamaz. Hikaye önce yaşanır, sonra yazılır. Sophie, Nathan ve Stingo arasında tuhaf
bir dengede duran yakın bir dostluk kurulur. Birbirlerine büyük bir tutku ile
bağlı olan Nathan ve Sophie arasında kavga gürültü hiç bitmezken Stingo da
Sophie’ye gizliden gizliye aşık olmuştur. Sophie, Stingo’ya o güne kadar
kimseye güvenmediği kadar güvenir. Ona Polonya ve Auschwitz’de başından
geçenleri anlatmaya başlar. Anlattıkça acısı azalacağı yerde katlanarak artar
çünkü yaşadıklarını ilk kez dillendiriyor olmak onun için çok zordur.
Sophie,
kampa getirildiği gün, yanında Eva ve Jan adında iki çocuğu vardır. Ölüm
treninden indiğinde, kendisini çocukları ile birlikte, tutsakların akıbetine
karar veren bir tıp doktorunun karşısında bulur. Aklında tek bir şey vardır: Bu
adama bir Yahudi ya da bir komünist olmadığını, inançlı bir Katolik olduğunu
mükemmel Almancası ile anlatmak ve bu sayede çocuklarını kurtarmak. Oysa sonuç
beklediğinden çok farklı olacaktır. Sarhoş doktor, Sophie’ye İncil’den bir cümleyi
hatırlatarak dindarlığını kanıtlamasını ister: “Küçük çocukları bana erişmekten alıkoymayın.”
İki
çoğundan birini seçmesini ister. Seçtiği çocuk yanında kalacak, diğeri gaz
odasına gönderilecektir.
Kitabın
bundan sonrasını anlatmaya gerek yok. Sophie’nin seçim yapıp yapmadığı, yaptıysa
hangi çocuğunu seçtiği veya nedeni değil önemli olan… En azından benim için
değil. Sophie güçsüzdü, bir seçim yapmak zorundaydı. Aksi takdirde iki çocuğunu
da kaybedecekti. Beni ilgilendiren kişi Stingo’nun taktığı isimle Doktor “Jemand
von Niemand” , (Türkçesi Doktor Birisi Hiçkimse) oldu...
Bu
bölümü okurken doktorun, ustalıkla kurduğu bu eylemi gerçekleştirebilmek için uzun
zamandır Sophie ve çocuklarına rastlamayı beklediğini hissettim. Sanki yüreğinde taşıdığı sefillikle hayatta en
çok istediği, can attığı şey Sophie gibi birine yani müşfik ve fani bir Hıristiyan’a
affedilmez bir günah işletmekti. Diğer SS otomatlarından farklı olarak iyiliğe
ve kötülüğe eşit miktarda yatkındı sanki…
Kitabı
bitirir bitirmez Meryl Streep’e Oscar kazandıran film uyarlamasını izledim. Doktoru
kimin nasıl canlandırdığını çok merak ediyordum. Filmin bütün başarısı bence o
sahnedeydi. Kötülüğün nasıl sıradanlaştığını, oyun haline geldiğini iliklerime
kadar hissettim. Sophie’nin seçimi bir zorunluluktu, güçsüzlüğünden,
acizliğinden kaynaklanıyordu. Peki doktor? O neden ve nasıl bu kadar kötü
olmayı seçmişti? Onu kötülüğü sıradanlaştırmaktan ne alıkoyabilirdi?
Kitabın son bölümü bu sorulara bir parça cevap niteliğinde. Artık çok genç olmayan ünlü yazar Stingo, o kötü günlerde kaleme aldığı güncesini açıyor ve “Yüreğindeki sevgiyi tüm canlılara bahşet.” cümlesi ile karşılaşıyor. Bu cümleyi, evrensel bir pınardan türemiş, telif hakkı Tanrı’da olan bir kelam olarak değerlendiriyor. Laotzu’ya, İsa’ya, Budha’ya, binlerce küçük çaplı elçiye ayan olmuş bu sözleri gözü dönmüş bir zırdeli gibi dağa taşa nakşetmek istemiş olduğunu hatırlıyor ve ekliyor: “Ne var ki bu cümle bizi başka bir soruna taşıyor: İfadenin uygulanmadaki imkansızlığına.” Sonuçta o kamplarda yaşananlar devasa sevgi akışına insanlığın damarlarını tıkayan ölümcül bir emboli gibi misali tam anlamıyla ket vurmadı mı? Ya da doğa sevgisini tümden çarpıtmadı mı? Ya da en güzel ve kutlu varlıklar bir yana bir karıncayı, kertenkeleyi, engereği, kurbağayı, tarantulayı, kuduz virüsünü bile sevme fikri, dünyaya Auschwitz gibi kapkara bir yapının inşa edilmesine imkan tanındığı için gülünç hale gelmedi mi? Evet, geldi...
Yine de ve her halükarda bu cümleyi kırılgan ama kalıcı bir umudun yadigarı olarak saklamak gerek…
Yüreğindeki sevgiyi tüm canlılara bahşet!
10 yorum:
Öncelikle yüreğine sağlık Funda'cım kitabı da okumadım, filmi de izlemedim ama yazdıkların aldı götürdü beni, boğazım düğümlendi ilk fırsatta hem kitabı okuyacağım, hemde filmi izleyeceğim. Lütfen okumaya ve yazmaya devam et.
Her 28 kişiden birinin hayatta kalabildiği kamplardan çıkanların elbette çok sağlam bir nedeni olacaktı. Acı çekerek okudum.
Kaleminize sağlık Funda hanım. Filminin bile bana ağır geldiği kitabı okuma isteği uyandırdığınız için de teşekkür ederim. Biliyorum ki çok daha fazla etkileneceğim. Ama bu felsefi değerlendirmeleri hakeden bir kitaba daha derinden hakim olmak isterim. Sevgiler.
Cok etkileyici. Okumadim ve filmi de izlememistim ama anlatıminla, uslubunla merakim artti ve cok ilgimi cekti. Ilk firsatta okuyacagim ya da filmini izleyecegim Emegine saglık Fundacim🌸
Kalemine sağlık. Yine kitapla filme ortak bakış açısı için elimize şahane ip uçları verdin.
Kalemine sağlık Funda'cığım.
Yorumun harika olmuş, kesinlikle merak uyandırıcı kalemine sağlık Funda. Benimle paylaştığın için teşekkür ederim
Kalemine sağlık Fundacım. Kötülüğün sıradanlığı kesinlikle medeniyetimizin en büyük belası. Ama peki neden medeniyetimiz yol alırken hala farklı formlarda Auschwitz’i başka insanlara yaşatmaya devam ediyoruz. Yazın ilham oluyor buralara uzun uzun içimi dökmek istiyorum ama sanırım bunu yüzyüze yapmak gerek :)
Canımmm kalemine, yüreğine sağlık. Harikasın
Kitabı almama vesile olacaksınız galiba,kaleminiz çok iyi💐
Yorum Gönder