24 Şubat 2018 Cumartesi

Geribildirim Verirken

Eleştiri yağmur gibi, insanı köklerine zarar vermeden besleyecek kadar nazik olmalıdır.
Franc A. Clark
Geribildirim sözcüğünü, dilimizdeki ağırlığı nedeniyle sadece profesyonel süreçle özdeşleştirsek de aslında hayatımızın her anında var. Gün içerisinde, iş yaşamımızda, özel yaşamımızda, en küçük sosyalleşme anlarında bile gerek farkında olarak gerek olmayarak sürekli geribildirim veriyoruz birbirimize.  
Özellikle biz eğitimciler için geribildirim vermek işimizin çok önemli bir parçası. Günün büyük bir bölümünü öğrencileri ile birlikte geçiren, özellikle de küçük yaş grubu ile çalışan öğretmenler için vazgeçilmez bir gelişim aracı. Ancak geribildirimi amacına uygun şekilde vermek her zaman yapamadığımız, zorlandığımız bir nokta. Ben mesleğe başladığım günden bu yana bu konuda zorlanma nedenimizin içinde yaşadığımız,  şekillendiğimiz kültürle alakalı olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. Bizim için bir insana geribildirim vermek çoğu zaman kaşımızdakinin hatalarını söylemekle aynı anlama geliyor sanki.
 Anlamı geri besleme olan “feedback” sözcüğü nadiren aynı şekilde çevirisi yapılarak kullanılsa da genellikle karşımıza “geribildirim” olarak çıkıyor. Aslında benim kafamdaki karışıklık da sanırım bu noktada başlıyor. “Besleme” sözcüğü, karşımdaki insanın güçlenmesine yönelik hamleler yapma girişimini işaret eden, daha samimi bir ifade gibi görünüyor bana. “Bildirim” ise hatalarını söylemek, eleştirmek gibi…
Geçtiğimiz hafta, Porta Eğitim ve Psikolojik Danışmanlık Merkezi’nde, klinik psikolog Serkan Kahyaoğlu’ndan “Etkin Geribildirim Verme” konulu bir eğitim alma şansım oldu. Yukarıda söylediğim bazı sorulara cevap alabildiğim, çok verimli bir çalışmaydı.
Öncelikle “etkin geribildirim” verebilmek için kötü geribildirimin ne olduğunu anlamamız gerekiyor. Gözlemlenemeyen, çok yoğun olan, sübjektif, amaçsız ya da zamansız yapılan, sürekli olumluya ya da olumsuza odaklanılan veya kişiliğe yönelik geribildirimler kötü geribildirimdir. Buradan yola çıkarak iyi bir geribildirim kişiyi davranış anlamında, duygusal alanda, düşünsel olarak, bilgi ve beceri düzeyinde besleyerek olumlu davranış kazandırırsa iyidir diyebiliriz. Sonuç olarak, söylediklerimizin karşı tarafa geçmesi önemli. Peki bunu nasıl sağlayabiliriz?
İlk dikkat etmemiz gereken nokta geribildirimin otantik ve samimi olması. Geribildirim, empatik olmaya dikkat edilerek, öğrencinin yaşını, cinsiyetini, perspektifini, değer yargılarını dikkate alarak verilmeli. Diğer taraftan bulunulan yere ve ortama uygun olmasına dikkat edilmeli. Kaliteli geribildirim olabilmesi için çocuğa özel olmalı, her öğrencinin kendine has geribildirim alma hakkı olduğu bilinmeli ve buna saygı duyulmalı. Bence en önemlisi kişiliğe değil davranışa yönelik olmalı. 
Bu eğitimden sonra fark ettim ki, öğrencilerimizde olumlu besleme ile olumlu davranış değişikliği gerçekleştirmek için uymamız gereken kurallar var. Her ne kadar kültürel olarak daha eleştirel olmaya eğilimli olsak da, yanlış düzelterek eğitim vermek bize daha uygun gelse de küçük bir ısınma ile başladığımız, gelişim planına karar vererek bitirdiğimiz geribildirimlerin amacına ulaşması ihtimali daha yüksek. Ama en önemlisi cebimizde her zaman pozitif kabul iletisinin olması ve geribildirim verdiğimiz öğrencinin insan olarak bizim için değerli olduğunu hissetmesi. Nazikçe, yağmur gibi köklerine inerek...


18 Şubat 2018 Pazar

Florida Etkisi


Bir çocuğa başardıkları kadar değer verirsen, olduğu gibi yaşamaya devam eder.
Eğer bir çocuğa başarabilecekleri kadar değer verirsen, ulaşabileceği en yüksek noktaya kadar yükselir.
Goethe
Sınıfımızda olumlu dil kullanmanın öğrencilerimizin pozitif motivasyonu üzerindeki etkilerini hepimiz biliriz. Yanlış olan davranışı vurgulamak yerine yapılması gerekeni söylemenin özellikle küçük yaş gruplarında daha kolay anlaşıldığını görmek, her gün defalarca şahit olduğumuz bir durumdur. İnsan zihninin olumsuz mesajları algılamadığını, olumsuzluk eki ile biten bütün sözcüklerin zihnimiz tarafından olumluya dönüştürülerek algılandığını bildiğimiz için örneğin sınıf kurallarını hep olumlu cümleler haline getirerek yazmaya özen gösteririz. “Okul binasının içinde koşmam.” cümlesinin yerine “Okul binasının içinde daima yürürüm.” cümlesini yazarız.  Özellikle akademik süreçte öğrencilerimize geribildirim verirken gelişmeye açık yönlerini ve ilerleme kaydettikleri noktaları daha çok vurgularız.
Bütün bunlara rağmen, kendisini başarısız hisseden, yapamayacağına inanmış öğrencilerimizi yapabileceğine inandırma konusunda zaman zaman kendimizi çaresiz hissederiz. Ne yapsak olmaz. Çünkü çağrışımlar sadece kavram ve sözcüklerle sınırlı değildir.
Daniel Kahneman’ın “Hızlı ve Yavaş Düşünme” isimli 2002 Nobel Ekonomi Ödülü almış olan kitabında yer alan  “Florida Etkisi” adlı deneyi okurken, sadece pozitif geribildirimler vererek öğrencilerde başarı duygusunu tetiklemenin pek de kolay olmadığını fark ettim. Deneye göre eylem ve duygularımız farkında bile olmadığımız olaylar tarafından tetiklenebiliyor.
John Bargh ve arkadaşları, New York Üniversitesi öğrencilerinden seçilmiş bir grupla yaptıkları deneyde öğrencilerden, karışık olarak verilmiş beş sözcüğün dördünü kullanarak cümleler oluşturmalarını istediler. Bir grup öğrenciye sıradan cümleler kurabilecekleri sözcükler verilirken, bir grup öğrenciye verilen sözcükler yaşlılık ve yaşlı insanlarla ilgili sözcükleri içeriyordu. Florida, unutkan, kel, ak, kırışıklık gibi… Denekler bu görevi tamamladıktan sonra, başka bir deney için koridorun diğer ucunda bulunan sınıfa gönderildiler ve deney aslında bu kısa yürüyüşten ibaretti. Yaşlılıkla ilgili sözcüklerden cümleler kuran denek grubu koridorun diğer ucuna ilk deney grubundan daha uzun sürede yürümüşlerdi. Deneyde “yaşlı” sözcüğü hiç kullanılmadığı halde, verilen sözcüklerin yaşlılıkla ilgili düşünceleri tetiklediği gözlemlenmiştir. Bunun tam tersini kanıtlayan deneylerin de yapılmış olduğunu okudum sonradan.

Bu deneyi okuduktan sonra, sadece olumsuz sözcüklere değil, olumsuz çağrışım yapacak her türlü değişkene dikkat etmem gerektiğini kavradım. Basit, sıradan ifadelerin bile zaman zaman duygu ve düşüncelerimizi olumsuz yönde etkileyebileceğini fark ettim. Kullandığımız sözcüklerde ve çağrışım yapabilecek tüm değişkenlerde öğrencilerin yapabildiklerinden çok yapabileceklerine olan inancımızı vurguladığımız tetikleyiciler kullanmamız önemli. Başarabilecekleri kadar değer verdiğimiz tek bir çocuğun bile ulaşabileceği en yüksek noktaya çıkmış olduğunu görmek… Bir öğretmen için bundan daha değerli ne olabilir ki?

11 Şubat 2018 Pazar

Oyun Oynamak, Su Baloncuklarını Yakalamak


Eğitim ve oyunu farklı sananlar her iki etkinliği de tanımıyorlar demektir.
Marshall Le Luhan
Oyun insanlığa özgü bir kavramdır. Bununla birlikte çocukların bulunduğu her ortamda sosyalleşme becerilerinin en önemlisi olarak karşımıza çıkar. Çocuklarla aynı ortamda çokça zaman geçirsek bile oyunun tanımı sorulduğunda cevaplamakta zorlanırız. Sahi nedir oyun? Tanımlamak çok zor. En çok kullandığımız sözcüklerin tanımını yapmanın zaman zaman bizi bu kadar zorlaması ilginçtir. Janet Moyles’in kitabı The Excellence of Play kitabında şöyle söyler: “Oyun kavramını anlamak, su baloncuklarını yakalamaya çalışmaya benzetilebilir. Her ortaya çıktıklarında, yakalayabileceğinizi sanırsınız ama kısa ömürlü doğası yüzünden siz yakalayamadan çözünüp gider.”
Oyun ve oyun oynama güdüsü yetişkinler tarafından özellikle de çocuk ilköğretime başladıktan sonra çoklukla, gereksiz ve okul dışında bırakılması gereken bir yaşantı olarak eleştirilir. Çocuklardan oyunu bir anda hayatlarından çıkarmalarını ve akademik hayata ani bir giriş yapmaları beklenir. Okullarda yoğun müfredatlar da genellikle bu beklentiyi pekiştirir. Diğer taraftan oyunun çocukların hayatında çok önemli bir yere sahip olduğunu, aslında sürekli bir öğrenme ve kendini ifade etme biçimi olarak kullanılabilecek en işlevsel araç olduğunu fark eden yaratıcı kurumlar ve öğretmenler oyunu ders programlarının bir parçası haline getirmeye çalışırlar.
Çocuk merkezli eğitim anlayışına göre, öğrenmenin duygusal temelini göz önüne aldığımızda özellikle yeni bir konuya başlarken kullanılan eğitsel oyunlar öğrenmenin daha kalıcı olmasına yardımcı oluyor. Öğrencilerde sosyalleşme, başkaları ile işbirliği içinde çalışma, iletişim becerisi gibi alanların gelişmesine önemli ölçüde katkıda bulunuyor. Eğitsel oyunlar sayesinde çocuklar kendilerini daha rahat ifade edebiliyorlar, araştırma istekleri gelişiyor, eğitimi buyurgan bir angarya olarak değil, eğlenceli bir yolculuk olarak görmeye başlıyorlar.
“Einstein Hafıza Kartları Kullanmazdı” isimli kitapta okuduğum bir bölümü tam olarak eğitsel oyunun önemine değindiği için paylaşmak istiyorum.
“Sonuçları öğrencinin geleceğini belirleyecek olan testlerin” başrol oynadığı yeni eğitim hareketinde, önemli olan doğru cevaplar olsa da, gerçekten yaratıcı, en anlamlı katkıları sağlayan bireyler, hâlihazırda formülleri belirlenmiş problemlere cevap bulmaktan daha fazlasını yapabilir. Bu bireyler, yeni sorular sormayı ve yeni cevaplar bulmayı nasıl öğrenir? Tabii ki oyun vasıtasıyla. Oyun çok yönlü ve kıvrak yetenekleri geliştirir. Oyun, problem çözmenin gerçekleştiği yerdir. Ancak, oyun sadece bizim dönemimizle ilgili bir kavram değildir. 
Einstein, şu cümleyi söylediğinde, oyunun önemini gayet iyi biliyordu:“… OYUN YARATICI BİLİMSEL DÜŞÜNCENİN EN ÖNEMLİ ÖZELLİĞİ GİBİ GÖRÜNMEKTEDİR. DİĞERLERİYLE İLETİŞİM KURMAK İÇİN SÖZCÜKLER VE BİRBİRLERİYLE İLİŞKİLİ OLABİLECEK DİĞER İŞARETLERİ MANTIKLI BİR ŞEKİLDE BAĞLAMAYA HENÜZ BAŞLAMADAN ÖNCE BİLE...

3 Şubat 2018 Cumartesi

Temiz Hava, Bol Oyun

Çocuk oyunları hayatın çekirdeğidir.
Fredrich Fröbel
Ülkemizde “Kirlenmek güzeldir.” sloganı ile yayınlanan reklamların bir benzerini  2016 yılında youtube’da çok etkilenerek hatta gözlerim dolarak izlemiştim. Sanıyorum yine bir deterjan markasının sosyal sorumluluk projesi olarak yaptığı bir çalışmaydı ve "Free the Kids" adı altında yayınlanmıştı. Bahsettiğim kısa film, uzun süredir hapishanede kalan mahkûmlarla yapılan röportajları içeriyor. “Etrafınız, aşmanızın imkânsız olduğu duvarlarla çevriliyken, birden kapıları açtıklarını ve sizi dışarı gönderdiklerini, yüzünüzde güneşi hissettiğinizi hayal edin” diye başlıyor film. Mahkûmlara, gün içerisinde havalandırmaya çıktıklarında ne hissettikleri ve bu hakkın ellerinden alınması ya da dışarıda serbest geçirdikleri zamanın kısaltılması durumunda ne hissedecekleri soruluyor. Röportaj yapılan kişiler, bu zaman dilimlerinin kendileri için her şey demek olduğunu belirtip, haklarının ellerinden alınması durumunda çok mutsuz olacaklarını ve gerginlik yaşayabileceklerini hatta bunun işkenceyle aynı anlama gelebileceğini ifade ediyorlar. Yine aynı kişilere “Sizce kimler dışarıda günde bir saatten az zaman geçiriyor olabilir?” sorusu sorulduğunda mahkûmlar cevap veremiyor. Böyle bir grubun var olabileceği akıllarına bile gelmemiş belli ki. Doğrusunu söylemek gerekirse benim için de zor bir soruydu. Tahmin edilmesi gerçekten çok zor... Peki siz bulabildiniz mi cevabı? Hemen söylüyorum, cevap: ÇOCUKLAR... Yanlış okumadınız. Evet, dışarıda mahkumlardan daha az zaman geçiren grup, çocuklar. Cevabı duyan mahkumlar inanmakta güçlük çekiyorlar tıpkı benim gibi. Tamamı yetişkin olan mahkûmların, duvarlar dışında geçirdikleri serbest zamana duydukları ihtiyacın önemini ifade etmelerinden yola çıkarak aslında açık havada serbest geçirilen zamandan  alınan hazzın sadece çocuklara değil insanlığa özgü bir nitelik olduğunu fark edebiliriz.
Günümüzde dünyanın birçok yerinde çocuklar  benzer sorunlar yaşıyorlar anlaşılan. Baş etmek zorunda kaldıkları yoğun müfredatlar, akademik kaygılar ve serbest oyunu zaman kaybı olarak gören başarı odaklı aileler… Bazı okullar kurum olarak, bazı öğretmenler bireysel olarak çocukların bu durumla başa çıkması konusunda çaba göstermeye devam etseler de sonuç çok değişmiyor. Çocukların her geçen gün duvarların arasına biraz daha sıkıştığını fark eden uzmanlar bu konuda yoğun araştırmalar yapmakta ve hep aynı sonuca ulaşmaktalar. Minnesota Üniversitesi’nden Dr. Anthony Pellegrini’nin yakın zamanda okuduğum bir çalışması da buna işaret ediyor. Pellegrini’ye göre, okul çağındaki çocuklara oyun araları vermek, düşünmeyi kapsayan okul görevlerinde dikkat seviyelerinin üst düzeye çıkmasını sağlarken, okulların ve ailelerin çocukların her  anını doldurarak oyun fırsatlarını azaltmaları onlara zarar veriyor.  Yine aynı çalışmada, “oyun yetersizliği”nin çocuklarda depresyona ve düşmanlığa neden olabileceğine, açık havada oynanan yeterli serbest oyunun ise yaratıcılık ve problem çözme becerilerini geliştirdiğine değiniliyor.
Sonuç olarak çocukların öğrendiklerini özümsemek, duygusal deneyimlerini geliştirmek ve eğlenmek için molaya ve oyuna ihtiyaçları var. Zekânın, duvarların dışında gerçekleşen serbest oyunlardan beslendiğini kanıtlayan ne kadar çok araştırma okusak da asıl önemli olanın sadece daha çok çalışmak olduğu fikrinden kurtulmakta içten içe zorlanıyoruz. Oysa açık havada serbest oyun için ayrılan zaman çocukların fiziksel, duygusal ve akademik başarıları için yapılacak en değerli yatırım. 

Kitaplara ve Okumaya Dair

  KİTAPLARA VE OKUMAYA DAİR “Akşam vakti, büyüleyici bir masalın tam ortasındaki bir çocuğa, kerameti kendinden menkul bir gerekçe göstere...