24 Şubat 2020 Pazartesi

Marie Antionette- Vasat Bir Karakterin Portresi



MARIE ANTIONETTE: VASAT BİR KARAKTERİN PORTRESİ
Şiddetin kurbanından duyduğu korku, kurbanın şiddetten duyduğu korkudan daha büyük olur.
Hepimiz içimizde sadece zor zamanlarımızda ortaya çıkan, hiç tanımadığımız, varlığını bilmediğimiz kimlikler taşırız. Bazı olaylar karşısında kendimizi bile şaşırtacak tepkiler veririz. Her sıradan insan gibi…Bir de tarihin çok acı, kanlı, şiddet dolu dönemlerinde içlerindeki bilmedikleri özelliklerle yüzleşip bambaşka bir kişilikle yeniden doğan insanlar vardır. Bunlar kendileri için hazırlanmış düzen içinde ömürlerini sürdürürken bir anda farklı kimliklerini kendi derinliklerinden çıkararak sıradanlıktan kurtulurlar. İşte böyle bir kadını anlatan kitap Marie Antionette- Vasat Bir Karakterin Portresi… Tarihe ilgi duysun ya da duymasın herkesin çok iyi bildiği cümlenin de sahibi olan kadın aynı zamanda: “Ekmek yoksa pasta yesinler!” Hangi şartlar alında kurabilmişti bu cümleyi? Bir insanı empatiden, sağduyudan bu kadar uzaklaştıran neler olmuştu cümlenin sahibi olan bu kadının hayatında?

Aslında o, ne kendisini giyotine gönderebilmek için her türlü sapkınlığı ona yakıştıran devrimcilerin söylediği gibi bir ahlaksızdı ne de kraliyet yanlılarının övdüğü gibi azizeydi. Aksine sıradan bir karakterdi. Pek zeki olmayan, pek de çılgın sayılmayan, kahramanlık iddiası taşımayan bir kadın… Tüm vasat karakterler gibi doğuştan barışçıl bir yaşama biçimine ayarlanmıştı. İstediği, gölgede yaşamaktı. Dünya tarihine ilişkin bir rol ya da sorumluluk üstlenmek istememiş, bundan korkmuştu. Zevk içinde yaşadığı hayat, günün birinde bir dram ile bölünmeseydi vasat bir karakter olarak yaşayacak, kraliçe olduğuna göre öldüğünde görkemli bir cenaze töreni ile gömülecek, ardından yas tutulacak ve insanların belleğinden silinip gidecekti. Kendisi bile bilmeyecekti ne kadar gururlu ve cesur olabileceğini.  Ama öyle olmadı. Tarih, dünyayı daha akılcı bir biçimde yeniden yaratan ikincil tanrı Demiourgos misali bir trajedide başrol verdi ona…
Stefan Zweig işte bu kadının hayatını anlattığı uzun biyografik hikâyede onu suçlayanlarla savunanların karşı karşıya geldiği bir tarihi de ayrıntılarıyla sunar bize… Marie Antionette- Vasat Bir Karakterin Portresi ile...
Kraliçe, öldüğünde otuz sekiz yaşındaydı. Otuz sekiz yıllık yaşamının ilk otuzunu Zweig’ın deyişiyle sıradan bir yol izleyerek geçirdi. İyide ya da kötüde orta kararlılıktan hiç ayrılmadı, yavan bir ruha sahip, önemsiz bir şahsiyetti. Habsburg Hanedanı’nın prensesi olarak dünyaya gelmişti. Annesi kraliçe Maria Theresia’ydı. Fransız Sarayı’nın gelini olmasına henüz o on iki yaşındayken siyasi nedenlerle karar verilmişti. Neşeli, aklı havada bir çocuktu. Aldığı derslere rağmen Almancayı da Fransızcayı da doğru düzgün konuşamıyor, piyano çalmayı beceremiyordu.
Evliliklerinin ilk yıllarında ilişki kuramadığı kocası, daha sonra doğurduğu çocukları, bir kontla yaşadığı yasak ama herkes tarafından bilinen aşkı, saray eğlenceleri, berberleri, terzileri ve dedikodularıyla hep gündemdeydi. Bir sarayda dünyaya gelmiş, başka bir sarayda yaşıyordu. Zenginlik adına ne varsa hepsine sahipti. Gönlü ise bu varlığın değerini anlamayacak kadar hafifti. Eğer devrim onun dünyasına dalıp bütün öfkesini onun üzerine boşaltmasaydı daha önce aynı sarayda yaşamış yüzlerce kadın gibi dans edecek, konuşacak, sevecek, gülecek, süslenecekti. Ziyaretlerde bulunacak, sadakalar verecek, bu böyle sürüp gidecekti. Ama kader, hiçbir şeyin önünü, ardını düşünmeyen, sürekli ruhunu şımartan bu tasasız kadını nasıl hiçbir bedel ödetmeden mutluluğun en yüksek tepelerine çıkardıysa yine aynı ustalıkla ve ağır bir tempoyla aşağı düşürdü. Yüz odalı bir kraliyet sarayından sefil bir hapishane hücresine, tahttan sanık sandalyesine, saltanat arabasından kadavracı kağnısına, varlıktan yokluğa, bir grubun gözbebeği olmaktan kitlelerin nefretine…
Yetmiş gün boyunca kaldığı zindandan çıkarılıp mahkeme salonuna getirildiğinde kendisinden önce giyotine gönderilmiş olan kocasının yası nedeniyle siyah bir matem elbisesi giymişti. Yüzü solgun, gözleri iltihaplıydı.  Yapabileceği iki şey vardı: başı dik olarak kendini savunmak ve başı dik olarak ölmek. Yargılandığı sırada Herbert adında bir devrimci, kraliçenin oğluyla kurduğu sapkın ilişki ile ilgili bir iddia ortaya atmış ve Zweig’a göre devrimin en korkunç ve en alçakça belgesiyle ilgili sözde bir itirafname hazırlamıştı. Bu iddianame okunduğunda hiç sesini çıkarmadı. Neden cevap vermediği sorulduğunda ise Fransa Sarayı’nın eğlence düşkünü sefih kraliçesi, devrimin başı dik kurbanı “Eğer cevap vermediysem, tabiat bir anneye karşı böyle bir ithama herhangi bir cevap vermemek yolunda direndiği içindir.”  dedi kılını bile kıpırdatmadan. Jüriden onu destekleyen bir uğultu yükseldi. Oradaki bütün kadınlar kendilerini kraliçenin yerine koyup, bu alçakça suçlamanın karşısında ezilmiş, Marie Antionette bir anda kahraman olmuştu. Bu sahnenin yaşanmasına, sefih kadının kahraman mertebesine yükselmesine sebep olması gerekçesiyle iki ay sonra giyotine gönderilen Herbert son yolculuğuna giderken Marie Antionette kadar mağrur değildi.
Antionette, duruşma boyunca kendisi aleyhine şahitlik yapanları da verilen idam hükmünü de hiç kımıldamadan sakin bir şekilde dinledi. Yüzünde ne korku, ne öfke ne de bir zayıflık işareti vardı. Salondan kimseye bakmadan başı dik bir şekilde çıktı. Hücresine döndüğünde gardiyandan mektup yazmak için bir kağıt ve kalem istedi. Hayatı boyunca yazı yazmayı becerememişti ama yazdığı bu son mektupta duygularını kendisinden beklenmeyecek kadar açık ve akıcı anlattı. Zweig kitabında bu mektuptan bahsederken Goethe’nin bir cümlesini anımsatır okuyucuya: “Hayatının sonunda toparlanmış olan bir zihinde şimdiye kadar düşünülememiş olan düşünceler belirir. Bunlar geçmişin zirveleri üzerine pırı pırıl kurulurlar.”
Mektup bittiğinde yine aynı sakinlikle elbiselerini değiştirdi. Ölümü temiz karşılamak istiyordu. Hücresine gelen cellat saçlarını ensesinden kesip ellerini arkasından bağladı. Kağnıya benzeyen idam arabası ile kendisini seyretmek üzere meydana toplanmış olan kalabalığın arasından yüzünde en küçük bir korku ifadesi olmadan geçti. Giyotinin basamaklarına kendisi tırmandı ama öyle arkasından söylendiği gibi topuklu ayakkabıları ile değil çıplak ayaklarla. Cesedi toplu mezara atıldı.
Yargılanma sürecindeyken bir gün ağzından şu cümle dökülmüştü: “İnsan kim olduğunu ancak bir felakete uğradığında gerçekten anlıyor.” Marie Antionette bu sınavı yaşamamış olsaydı, kim olduğunu öğrenip anlayamayacaktı. Zweig’in deyimiyle, “Vasat bir insan kendisiyle boy ölçüşme ihtiyacını asla kendiliğinden hissetmez. Kendini sorgulamaya merak duymaz. Böyle biri olanakları kullanmadan uyumaya bırakır. Aslında var olan yeteneklerini köreltir, sahip olduğu güçler kullanılmayan kaslar gibi zayıflar. Ta ki gerçek bir savunma zorunluluğu karşısında belirinceye kadar.”
Tarih bazen kendisine çok kırılgan bir malzemeye gerilim verebileceğini ya da zayıf ve iradesiz bir ruhtan kendine önemsiz bir kahraman yaratacağını kanıtlamak ister. Marie Antionette de böyle bir trajediden istemeden ortaya çıkan kahramanlardan biri, belki de en güzelidir.



14 Şubat 2020 Cuma

Otomatik Portakal: İyilik ve Kötülük Üzerine Bir Distopya






OTOMATİK PORTAKAL- MAKİNE İNSAN
İYİLİK ve KÖTÜLÜK KAVRAMLARI ÜZERİNE BİR DİSTOPYA

İnsan ne ise o olmayı reddeden tek canlıdır. / Jean Paul Sartre

Korku dolu bir gelecek atmosferi içinde insanı, nedensiz şiddeti, rastgele ve keyfi yapılan kötülüğü, sözde iyiliği, toplumun ve yasaların birey üzerindeki yaptırım gücünü sorgulayan bir distopya Otomatik Portakal… Yazıldığı dönemi ve yazarın hayatını göz önünde bulundurduğumuzda; kitapta bireyin devlet içindeki yerinin, onu cezalandıran yasaların ve cezalandırılma şeklinin inceden inceye alaya alındığını görürüz.
Yazar Anthony Burgess, bir yıldan az ömrü kaldığını öğrenince, ölümünden sonra eşini geçindirecek parayı kazanmak için kitap yazmaya başlar. Beyin tümörü teşhisinin yanlış olduğunu öğrendiğinde artık tanınmış bir yazardır. Kendisi kabul etmese de “Otomatik Portakal” onun besteci, eleştirmen, dil bilimci sıfatlarını bir potada erittiği en önemli eseridir.
Kitap baştan sona argo sözcüklerden oluşur. Hatta adını da “queer as a clockwork” (İngiliz argosuna göre yapılabilecek en tuhaf davranışları sergileyen ve başkaları tarafından yönlendirilen kişi) deyişinden alır. Burgess bunu şöyle açıklamıştır: Bu çok sevdiğim sözü, yıllarca bir kitap başlığında kullanmak istemişimdir. Tabii bir de Malezya’da “canlı” anlamına gelen “orong” sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda, hoş bir rengi ve kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin benim anlatmak istediğim hikayeye çok iyi uyduğunu düşündüm. “Otomatik Portakal” yani “Makine İnsan”.
Kitaba gelince… Anlatıcısı, aynı zamanda başkarakteri Alex DeLarge, bilinmeyen bir gelecekte sokaklarda korku saçarak dolaşan, şiddetten zevk alan, masum insanları öldüren, hırsızlık yapan üç kişilik bir çetenin on dört yaşındaki lideridir. Alex Yunanca’da “Kanunsuz” anlamına gelmektedir ve anti kahramanımız gerek hikaye boyunca karşılaştığımız alaycı, küçümseyen, saldırgan anlatımıyla gerek içindeki şiddet arzusunu doyurmak için yaptıklarıyla adının hakkını fazlasıyla verir. Sabah kahvaltısında annesinin hazırladığı, büyümesine yardım edecek yiyecekleri büyük bir iştahla yiyen, geceleri bıçaklı süt içerek cinayetler işleyen, içten içe hepimizin nefretini kazanan Alex, çete içi hesaplaşması nedeniyle hapse düşer ve gerçek hikaye burada başlar.
Bir anda suçludan kurbana dönüşen Alex sürekli İncil okuyarak hapishanede görev yapan din adamının gözüne girmeyi başarır. Bu sayede iktidar partisinin “Suçluları Yeniden Topluma Kazandırma” programı kapsamında yapılan “Ludovico” adlı bir çalışmaya denek olarak seçilir. Pavlov’un köpeklere uyguladığı klasik koşullanma deneyini insanlara uygulayan deneyde suçlular şiddete karşı bir refleks geliştirerek ıslah edilir. Ama “Ludovico” gerek yöntemleri gerek sonuçları bakımından son derece insanlık dışıdır. Deney tamamlandığında bizim “Kanunsuz” artık şiddeti düşünmeye bile tahammül edememektedir. Ne var ki bunu özgür iradesi ile yapmaz. Artık o da toplumdaki diğer insanlar gibi şiddet karşısında savunmasızdır sadece. İyilik ve kötülüğün etik sorgulamasını Alex’in deneye seçilmesini sağlayan din adamının mesajı bize hatırlatır: “İyilik içten gelir. İyilik bir seçimdir. Bir insan seçmezse insanlıktan çıkar.“
Deneyin devlet tarafından uygulanması da sorgulanmaya değer bir noktadır. Bireylerin özgür iradesini ellerinden alıp onları zorlama iyi formuna sokarak otomatikleştiren devletin, kendi şiddetini meşrulaştırmasına getirilen muhteşem bir sistem eleştirisidir yazılmış olan aslında. Bunun dışında toplumsal gözlem ve eleştirilere de rastlayabiliriz. Müziğe çok düşkün olan,  Beethoven’ın 9. Senfonisini dinlerken duyduğu hazzı şiddetten aldığı zevkle eşit tutan Alex’in pop müzik dinleyen gençleri kurmalı oyuncaklara benzeterek popüler kültüre ve gençlere gönderme yaptığını görebiliriz. Çetenin kütüphaneden çıkan adamı öğretmene benzetip dövmesi eğitim sistemine, sokak ve cadde isimleri ise sisteme teslim olan bireylere getirilmiş bir eleştiridir.
İnsanı makine haline getiren sistemi yargılayan Otomatik Portakal bir distopya olsa da çok bilinen 1984, Biz, Fahrenheit 451 gibi çok bilinen diğer distopya örneklerinden ayrılır. Çünkü Burgess, olmayan bir dünya yaratmak yerine zaten var olan sistemdeki unsurları abartarak anlatmayı tercih etmiştir.
Sonuç olarak, üzerine yıllardır yazılması, düşünülmesi, konuşulması ile önemini kanıtlamış bu eseri defalarca okumuş olsanız da, filmini sayısız kez izlemiş olsanız da son sayfaya geldiğinizde her seferinde aklınızda tek bir sözcük kalıyor: BİTMEDİ... Kafanızı yeni sorularla, kendinizi uzun süre üzerinde düşüneceğiniz argümanlarla dolu buluyorsunuz. Sartre’ın “İnsan neyse o değildir, neyi seçmişse odur.” cümlesine selam verip karşınızda soruların en önemlisini buluyorsunuz: Şiddet nerede başlıyor? PEKİ BİZ? Bilinç dışı bir şekilde kimlere şiddet uyguluyoruz?

Kitaplara ve Okumaya Dair

  KİTAPLARA VE OKUMAYA DAİR “Akşam vakti, büyüleyici bir masalın tam ortasındaki bir çocuğa, kerameti kendinden menkul bir gerekçe göstere...