OTOMATİK PORTAKAL-
MAKİNE İNSAN
İYİLİK ve KÖTÜLÜK
KAVRAMLARI ÜZERİNE BİR DİSTOPYA
İnsan ne ise o olmayı
reddeden tek canlıdır. / Jean Paul
Sartre
Korku
dolu bir gelecek atmosferi içinde insanı, nedensiz şiddeti, rastgele ve keyfi
yapılan kötülüğü, sözde iyiliği, toplumun ve yasaların birey üzerindeki
yaptırım gücünü sorgulayan bir distopya Otomatik Portakal… Yazıldığı dönemi ve
yazarın hayatını göz önünde bulundurduğumuzda; kitapta bireyin devlet içindeki
yerinin, onu cezalandıran yasaların ve cezalandırılma şeklinin inceden inceye
alaya alındığını görürüz.
Yazar
Anthony Burgess, bir yıldan az ömrü kaldığını öğrenince, ölümünden sonra eşini
geçindirecek parayı kazanmak için kitap yazmaya başlar. Beyin tümörü teşhisinin
yanlış olduğunu öğrendiğinde artık tanınmış bir yazardır. Kendisi kabul etmese
de “Otomatik Portakal” onun besteci, eleştirmen, dil bilimci sıfatlarını bir
potada erittiği en önemli eseridir.
Kitap
baştan sona argo sözcüklerden oluşur. Hatta adını da “queer as a clockwork” (İngiliz
argosuna göre yapılabilecek en tuhaf davranışları sergileyen ve başkaları
tarafından yönlendirilen kişi) deyişinden alır. Burgess bunu şöyle
açıklamıştır: “Bu çok sevdiğim sözü,
yıllarca bir kitap başlığında kullanmak istemişimdir. Tabii bir de Malezya’da
“canlı” anlamına gelen “orong” sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda, hoş
bir rengi ve kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin benim anlatmak
istediğim hikayeye çok iyi uyduğunu düşündüm”. “Otomatik Portakal” yani
“Makine İnsan”.
Kitaba
gelince… Anlatıcısı, aynı zamanda başkarakteri Alex DeLarge, bilinmeyen bir
gelecekte sokaklarda korku saçarak dolaşan, şiddetten zevk alan, masum
insanları öldüren, hırsızlık yapan üç kişilik bir çetenin on dört yaşındaki lideridir.
Alex Yunanca’da “Kanunsuz” anlamına gelmektedir ve anti kahramanımız gerek
hikaye boyunca karşılaştığımız alaycı, küçümseyen, saldırgan anlatımıyla gerek
içindeki şiddet arzusunu doyurmak için yaptıklarıyla adının hakkını fazlasıyla
verir. Sabah kahvaltısında annesinin hazırladığı, büyümesine yardım edecek yiyecekleri
büyük bir iştahla yiyen, geceleri bıçaklı süt içerek cinayetler işleyen, içten
içe hepimizin nefretini kazanan Alex, çete içi hesaplaşması nedeniyle hapse
düşer ve gerçek hikaye burada başlar.
Bir
anda suçludan kurbana dönüşen Alex sürekli İncil okuyarak hapishanede görev
yapan din adamının gözüne girmeyi başarır. Bu sayede iktidar partisinin
“Suçluları Yeniden Topluma Kazandırma” programı kapsamında yapılan “Ludovico”
adlı bir çalışmaya denek olarak seçilir. Pavlov’un köpeklere uyguladığı klasik
koşullanma deneyini insanlara uygulayan deneyde suçlular şiddete karşı bir
refleks geliştirerek ıslah edilir. Ama “Ludovico” gerek yöntemleri gerek
sonuçları bakımından son derece insanlık dışıdır. Deney tamamlandığında bizim
“Kanunsuz” artık şiddeti düşünmeye bile tahammül edememektedir. Ne var ki bunu
özgür iradesi ile yapmaz. Artık o da toplumdaki diğer insanlar gibi şiddet
karşısında savunmasızdır sadece. İyilik ve kötülüğün etik sorgulamasını Alex’in
deneye seçilmesini sağlayan din adamının mesajı bize hatırlatır: “İyilik içten gelir. İyilik bir seçimdir.
Bir insan seçmezse insanlıktan çıkar.“
Deneyin
devlet tarafından uygulanması da sorgulanmaya değer bir noktadır. Bireylerin
özgür iradesini ellerinden alıp onları zorlama iyi formuna sokarak otomatikleştiren
devletin, kendi şiddetini meşrulaştırmasına getirilen muhteşem bir sistem
eleştirisidir yazılmış olan aslında. Bunun dışında toplumsal gözlem ve
eleştirilere de rastlayabiliriz. Müziğe çok düşkün olan, Beethoven’ın 9. Senfonisini dinlerken duyduğu
hazzı şiddetten aldığı zevkle eşit tutan Alex’in pop müzik dinleyen gençleri
kurmalı oyuncaklara benzeterek popüler kültüre ve gençlere gönderme yaptığını
görebiliriz. Çetenin kütüphaneden çıkan adamı öğretmene benzetip dövmesi eğitim
sistemine, sokak ve cadde isimleri ise sisteme teslim olan bireylere getirilmiş
bir eleştiridir.
İnsanı
makine haline getiren sistemi yargılayan Otomatik Portakal bir distopya olsa da
çok bilinen 1984, Biz, Fahrenheit 451 gibi çok bilinen diğer distopya
örneklerinden ayrılır. Çünkü Burgess, olmayan bir dünya yaratmak yerine zaten
var olan sistemdeki unsurları abartarak anlatmayı tercih etmiştir.
Sonuç
olarak, üzerine yıllardır yazılması, düşünülmesi, konuşulması ile önemini
kanıtlamış bu eseri defalarca okumuş olsanız da, filmini sayısız kez izlemiş
olsanız da son sayfaya geldiğinizde her seferinde aklınızda tek bir sözcük
kalıyor: BİTMEDİ... Kafanızı yeni sorularla, kendinizi uzun süre üzerinde
düşüneceğiniz argümanlarla dolu buluyorsunuz. Sartre’ın “İnsan neyse o
değildir, neyi seçmişse odur.” cümlesine selam verip karşınızda soruların en
önemlisini buluyorsunuz: Şiddet nerede başlıyor? PEKİ BİZ? Bilinç dışı bir şekilde
kimlere şiddet uyguluyoruz?
1 yorum:
Çok güzel bir yazı olmuş, tebrik ederim. Bu sayede uzun yıllar önce okuduğum çok kült bir eseri zihnimde yeniden canlandırmış oldum.
Yorum Gönder