14 Şubat 2020 Cuma

Otomatik Portakal: İyilik ve Kötülük Üzerine Bir Distopya






OTOMATİK PORTAKAL- MAKİNE İNSAN
İYİLİK ve KÖTÜLÜK KAVRAMLARI ÜZERİNE BİR DİSTOPYA

İnsan ne ise o olmayı reddeden tek canlıdır. / Jean Paul Sartre

Korku dolu bir gelecek atmosferi içinde insanı, nedensiz şiddeti, rastgele ve keyfi yapılan kötülüğü, sözde iyiliği, toplumun ve yasaların birey üzerindeki yaptırım gücünü sorgulayan bir distopya Otomatik Portakal… Yazıldığı dönemi ve yazarın hayatını göz önünde bulundurduğumuzda; kitapta bireyin devlet içindeki yerinin, onu cezalandıran yasaların ve cezalandırılma şeklinin inceden inceye alaya alındığını görürüz.
Yazar Anthony Burgess, bir yıldan az ömrü kaldığını öğrenince, ölümünden sonra eşini geçindirecek parayı kazanmak için kitap yazmaya başlar. Beyin tümörü teşhisinin yanlış olduğunu öğrendiğinde artık tanınmış bir yazardır. Kendisi kabul etmese de “Otomatik Portakal” onun besteci, eleştirmen, dil bilimci sıfatlarını bir potada erittiği en önemli eseridir.
Kitap baştan sona argo sözcüklerden oluşur. Hatta adını da “queer as a clockwork” (İngiliz argosuna göre yapılabilecek en tuhaf davranışları sergileyen ve başkaları tarafından yönlendirilen kişi) deyişinden alır. Burgess bunu şöyle açıklamıştır: Bu çok sevdiğim sözü, yıllarca bir kitap başlığında kullanmak istemişimdir. Tabii bir de Malezya’da “canlı” anlamına gelen “orong” sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda, hoş bir rengi ve kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin benim anlatmak istediğim hikayeye çok iyi uyduğunu düşündüm. “Otomatik Portakal” yani “Makine İnsan”.
Kitaba gelince… Anlatıcısı, aynı zamanda başkarakteri Alex DeLarge, bilinmeyen bir gelecekte sokaklarda korku saçarak dolaşan, şiddetten zevk alan, masum insanları öldüren, hırsızlık yapan üç kişilik bir çetenin on dört yaşındaki lideridir. Alex Yunanca’da “Kanunsuz” anlamına gelmektedir ve anti kahramanımız gerek hikaye boyunca karşılaştığımız alaycı, küçümseyen, saldırgan anlatımıyla gerek içindeki şiddet arzusunu doyurmak için yaptıklarıyla adının hakkını fazlasıyla verir. Sabah kahvaltısında annesinin hazırladığı, büyümesine yardım edecek yiyecekleri büyük bir iştahla yiyen, geceleri bıçaklı süt içerek cinayetler işleyen, içten içe hepimizin nefretini kazanan Alex, çete içi hesaplaşması nedeniyle hapse düşer ve gerçek hikaye burada başlar.
Bir anda suçludan kurbana dönüşen Alex sürekli İncil okuyarak hapishanede görev yapan din adamının gözüne girmeyi başarır. Bu sayede iktidar partisinin “Suçluları Yeniden Topluma Kazandırma” programı kapsamında yapılan “Ludovico” adlı bir çalışmaya denek olarak seçilir. Pavlov’un köpeklere uyguladığı klasik koşullanma deneyini insanlara uygulayan deneyde suçlular şiddete karşı bir refleks geliştirerek ıslah edilir. Ama “Ludovico” gerek yöntemleri gerek sonuçları bakımından son derece insanlık dışıdır. Deney tamamlandığında bizim “Kanunsuz” artık şiddeti düşünmeye bile tahammül edememektedir. Ne var ki bunu özgür iradesi ile yapmaz. Artık o da toplumdaki diğer insanlar gibi şiddet karşısında savunmasızdır sadece. İyilik ve kötülüğün etik sorgulamasını Alex’in deneye seçilmesini sağlayan din adamının mesajı bize hatırlatır: “İyilik içten gelir. İyilik bir seçimdir. Bir insan seçmezse insanlıktan çıkar.“
Deneyin devlet tarafından uygulanması da sorgulanmaya değer bir noktadır. Bireylerin özgür iradesini ellerinden alıp onları zorlama iyi formuna sokarak otomatikleştiren devletin, kendi şiddetini meşrulaştırmasına getirilen muhteşem bir sistem eleştirisidir yazılmış olan aslında. Bunun dışında toplumsal gözlem ve eleştirilere de rastlayabiliriz. Müziğe çok düşkün olan,  Beethoven’ın 9. Senfonisini dinlerken duyduğu hazzı şiddetten aldığı zevkle eşit tutan Alex’in pop müzik dinleyen gençleri kurmalı oyuncaklara benzeterek popüler kültüre ve gençlere gönderme yaptığını görebiliriz. Çetenin kütüphaneden çıkan adamı öğretmene benzetip dövmesi eğitim sistemine, sokak ve cadde isimleri ise sisteme teslim olan bireylere getirilmiş bir eleştiridir.
İnsanı makine haline getiren sistemi yargılayan Otomatik Portakal bir distopya olsa da çok bilinen 1984, Biz, Fahrenheit 451 gibi çok bilinen diğer distopya örneklerinden ayrılır. Çünkü Burgess, olmayan bir dünya yaratmak yerine zaten var olan sistemdeki unsurları abartarak anlatmayı tercih etmiştir.
Sonuç olarak, üzerine yıllardır yazılması, düşünülmesi, konuşulması ile önemini kanıtlamış bu eseri defalarca okumuş olsanız da, filmini sayısız kez izlemiş olsanız da son sayfaya geldiğinizde her seferinde aklınızda tek bir sözcük kalıyor: BİTMEDİ... Kafanızı yeni sorularla, kendinizi uzun süre üzerinde düşüneceğiniz argümanlarla dolu buluyorsunuz. Sartre’ın “İnsan neyse o değildir, neyi seçmişse odur.” cümlesine selam verip karşınızda soruların en önemlisini buluyorsunuz: Şiddet nerede başlıyor? PEKİ BİZ? Bilinç dışı bir şekilde kimlere şiddet uyguluyoruz?

1 yorum:

Unknown dedi ki...

Çok güzel bir yazı olmuş, tebrik ederim. Bu sayede uzun yıllar önce okuduğum çok kült bir eseri zihnimde yeniden canlandırmış oldum.

Kitaplara ve Okumaya Dair

  KİTAPLARA VE OKUMAYA DAİR “Akşam vakti, büyüleyici bir masalın tam ortasındaki bir çocuğa, kerameti kendinden menkul bir gerekçe göstere...