MARIE ANTIONETTE: VASAT
BİR KARAKTERİN PORTRESİ
Şiddetin kurbanından
duyduğu korku, kurbanın şiddetten duyduğu korkudan daha büyük olur.
Hepimiz içimizde sadece zor zamanlarımızda ortaya çıkan, hiç tanımadığımız, varlığını bilmediğimiz kimlikler taşırız. Bazı olaylar karşısında kendimizi bile şaşırtacak tepkiler veririz. Her sıradan insan gibi…Bir de tarihin çok acı, kanlı, şiddet dolu dönemlerinde içlerindeki bilmedikleri özelliklerle yüzleşip bambaşka bir kişilikle yeniden doğan insanlar vardır. Bunlar kendileri için hazırlanmış düzen içinde ömürlerini sürdürürken bir anda farklı kimliklerini kendi derinliklerinden çıkararak sıradanlıktan kurtulurlar. İşte böyle bir kadını anlatan kitap Marie Antionette- Vasat Bir Karakterin Portresi… Tarihe ilgi duysun ya da duymasın herkesin çok iyi bildiği cümlenin de sahibi olan kadın aynı zamanda: “Ekmek yoksa pasta yesinler!” Hangi şartlar alında kurabilmişti bu cümleyi? Bir insanı empatiden, sağduyudan bu kadar uzaklaştıran neler olmuştu cümlenin sahibi olan bu kadının hayatında?
Aslında o, ne
kendisini giyotine gönderebilmek için her türlü sapkınlığı ona yakıştıran
devrimcilerin söylediği gibi bir ahlaksızdı ne de kraliyet yanlılarının övdüğü gibi azizeydi. Aksine sıradan bir karakterdi. Pek zeki olmayan, pek de çılgın
sayılmayan, kahramanlık iddiası taşımayan bir kadın… Tüm vasat karakterler gibi
doğuştan barışçıl bir yaşama biçimine ayarlanmıştı. İstediği, gölgede
yaşamaktı. Dünya tarihine ilişkin bir rol ya da sorumluluk üstlenmek istememiş,
bundan korkmuştu. Zevk içinde yaşadığı hayat, günün birinde bir dram ile
bölünmeseydi vasat bir karakter olarak yaşayacak, kraliçe olduğuna göre öldüğünde
görkemli bir cenaze töreni ile gömülecek, ardından yas tutulacak ve insanların
belleğinden silinip gidecekti. Kendisi bile bilmeyecekti ne kadar gururlu ve
cesur olabileceğini. Ama öyle olmadı. Tarih,
dünyayı daha akılcı bir biçimde yeniden yaratan ikincil tanrı Demiourgos misali
bir trajedide başrol verdi ona…
Stefan Zweig işte bu
kadının hayatını anlattığı uzun biyografik hikâyede onu suçlayanlarla
savunanların karşı karşıya geldiği bir tarihi de ayrıntılarıyla sunar bize… Marie
Antionette- Vasat Bir Karakterin Portresi ile...
Kraliçe, öldüğünde
otuz sekiz yaşındaydı. Otuz sekiz yıllık yaşamının ilk otuzunu Zweig’ın
deyişiyle sıradan bir yol izleyerek geçirdi. İyide ya da kötüde orta
kararlılıktan hiç ayrılmadı, yavan bir ruha sahip, önemsiz bir şahsiyetti. Habsburg
Hanedanı’nın prensesi olarak dünyaya gelmişti. Annesi kraliçe Maria
Theresia’ydı. Fransız Sarayı’nın gelini olmasına henüz o on iki yaşındayken
siyasi nedenlerle karar verilmişti. Neşeli, aklı havada bir çocuktu. Aldığı
derslere rağmen Almancayı da Fransızcayı da doğru düzgün konuşamıyor, piyano
çalmayı beceremiyordu.
Evliliklerinin ilk
yıllarında ilişki kuramadığı kocası, daha sonra doğurduğu çocukları, bir kontla
yaşadığı yasak ama herkes tarafından bilinen aşkı, saray eğlenceleri, berberleri,
terzileri ve dedikodularıyla hep gündemdeydi. Bir sarayda dünyaya gelmiş, başka
bir sarayda yaşıyordu. Zenginlik adına ne varsa hepsine sahipti. Gönlü ise bu
varlığın değerini anlamayacak kadar hafifti. Eğer devrim onun dünyasına dalıp
bütün öfkesini onun üzerine boşaltmasaydı daha önce aynı sarayda yaşamış
yüzlerce kadın gibi dans edecek, konuşacak, sevecek, gülecek, süslenecekti.
Ziyaretlerde bulunacak, sadakalar verecek, bu böyle sürüp gidecekti. Ama kader,
hiçbir şeyin önünü, ardını düşünmeyen, sürekli ruhunu şımartan bu tasasız
kadını nasıl hiçbir bedel ödetmeden mutluluğun en yüksek tepelerine çıkardıysa yine
aynı ustalıkla ve ağır bir tempoyla aşağı düşürdü. Yüz odalı bir kraliyet
sarayından sefil bir hapishane hücresine, tahttan sanık sandalyesine, saltanat
arabasından kadavracı kağnısına, varlıktan yokluğa, bir grubun gözbebeği
olmaktan kitlelerin nefretine…
Yetmiş gün boyunca kaldığı
zindandan çıkarılıp mahkeme salonuna getirildiğinde kendisinden önce giyotine
gönderilmiş olan kocasının yası nedeniyle siyah bir matem elbisesi giymişti.
Yüzü solgun, gözleri iltihaplıydı.
Yapabileceği iki şey vardı: başı dik olarak kendini savunmak ve başı dik
olarak ölmek. Yargılandığı sırada Herbert adında bir devrimci, kraliçenin
oğluyla kurduğu sapkın ilişki ile ilgili bir iddia ortaya atmış ve Zweig’a göre
devrimin en korkunç ve en alçakça belgesiyle ilgili sözde bir itirafname
hazırlamıştı. Bu iddianame okunduğunda hiç sesini çıkarmadı. Neden cevap
vermediği sorulduğunda ise Fransa Sarayı’nın eğlence düşkünü sefih kraliçesi, devrimin
başı dik kurbanı “Eğer cevap vermediysem, tabiat bir anneye karşı böyle bir ithama
herhangi bir cevap vermemek yolunda direndiği içindir.” dedi kılını bile kıpırdatmadan. Jüriden onu
destekleyen bir uğultu yükseldi. Oradaki bütün kadınlar kendilerini kraliçenin
yerine koyup, bu alçakça suçlamanın karşısında ezilmiş, Marie Antionette bir anda
kahraman olmuştu. Bu sahnenin yaşanmasına, sefih kadının kahraman mertebesine
yükselmesine sebep olması gerekçesiyle iki ay sonra giyotine gönderilen Herbert
son yolculuğuna giderken Marie Antionette kadar mağrur değildi.
Antionette, duruşma
boyunca kendisi aleyhine şahitlik yapanları da verilen idam hükmünü de hiç
kımıldamadan sakin bir şekilde dinledi. Yüzünde ne korku, ne öfke ne de bir
zayıflık işareti vardı. Salondan kimseye bakmadan başı dik bir şekilde çıktı.
Hücresine döndüğünde gardiyandan mektup yazmak için bir kağıt ve kalem istedi.
Hayatı boyunca yazı yazmayı becerememişti ama yazdığı bu son mektupta
duygularını kendisinden beklenmeyecek kadar açık ve akıcı anlattı. Zweig kitabında
bu mektuptan bahsederken Goethe’nin bir cümlesini anımsatır okuyucuya: “Hayatının
sonunda toparlanmış olan bir zihinde şimdiye kadar düşünülememiş olan
düşünceler belirir. Bunlar geçmişin zirveleri üzerine pırı pırıl kurulurlar.”
Mektup bittiğinde yine
aynı sakinlikle elbiselerini değiştirdi. Ölümü temiz karşılamak istiyordu. Hücresine
gelen cellat saçlarını ensesinden kesip ellerini arkasından bağladı. Kağnıya
benzeyen idam arabası ile kendisini seyretmek üzere meydana toplanmış olan
kalabalığın arasından yüzünde en küçük bir korku ifadesi olmadan geçti.
Giyotinin basamaklarına kendisi tırmandı ama öyle arkasından söylendiği gibi
topuklu ayakkabıları ile değil çıplak ayaklarla. Cesedi toplu mezara atıldı.
Yargılanma sürecindeyken bir gün ağzından şu cümle dökülmüştü: “İnsan kim olduğunu ancak bir felakete uğradığında gerçekten anlıyor.”
Marie Antionette bu sınavı yaşamamış olsaydı, kim olduğunu öğrenip
anlayamayacaktı. Zweig’in deyimiyle, “Vasat bir insan kendisiyle boy ölçüşme
ihtiyacını asla kendiliğinden hissetmez. Kendini sorgulamaya merak duymaz.
Böyle biri olanakları kullanmadan uyumaya bırakır. Aslında var olan yeteneklerini
köreltir, sahip olduğu güçler kullanılmayan kaslar gibi zayıflar. Ta ki gerçek
bir savunma zorunluluğu karşısında belirinceye kadar.”
Tarih bazen kendisine
çok kırılgan bir malzemeye gerilim verebileceğini ya da zayıf ve iradesiz bir
ruhtan kendine önemsiz bir kahraman yaratacağını kanıtlamak ister. Marie
Antionette de böyle bir trajediden istemeden ortaya çıkan kahramanlardan biri,
belki de en güzelidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder