26 Haziran 2023 Pazartesi

Kitaplara ve Okumaya Dair


 

KİTAPLARA VE OKUMAYA DAİR

“Akşam vakti, büyüleyici bir masalın tam ortasındaki bir çocuğa, kerameti kendinden menkul bir gerekçe göstererek okumayı kesip yatması gerektiğini hiçbir zaman anlatamazsınız.”

Franz Kafka

 

            Öğretmenseniz, özellikle de dil alanını destekleyen dersler yapan bir öğretmenseniz, karşılaştığınız en büyük sorunlardan birinin öğrencilerinize okuma alışkanlığı kazandırmak olduğunu düşünürsünüz. Onlar için listeler hazırlarsınız, yapmaları gerekenleri anlatırsınız, ailelerine reçeteler verirsiniz, okuma alışkanlığını geliştirmeyi hedefleyen projeler üretirsiniz. Hepsini ben de yaptım, oradan biliyorum. Ama bazen hiçbiri sonuç vermez denemelerinizin, olmuyorsa olmuyordur ve bazen yapacak hiçbir şeyinizin kalmadığını düşünürsünüz.

Ya da… Karşınıza bir kitap çıkar ve hala denemediğiniz şeyler olduğunu fark edersiniz. İşte böyle bir kitaptan bahsedeceğim size şimdi: Daniel Pennac’ın “Roman Gibi/Kitaplara ve Okumaya Dair” isimli eseri. Metis Yayınları’ndan 1992’de çıkmış ve 2012’de tekrar basımı yapılmış. Kitabı elime alıp kapağını açar açmaz karşılaştığım cümle beni gülümsetti: BU SAYFALARIN PEDAGOJİK İŞKENCE MALZEMESİ OLARAK KULLANILMAMASI RİCA OLUNUR. Ben de niyet ettim, öğrendiklerimi öğrencilerim üzerinde denememeye. Ancak sonradan niyetimi hemen bozdum, çünkü Pennac’ın bahsettiği uygulamaları kullanmak öğrenciler için işkence değil olsa olsa eğlence olur.

Kitabımızın Simyacının Doğuşu adlı ilk bölümü şöyle başlıyor: “Okuma fiilinin emir kipine tahammülü yoktur. Başka fiillerle de paylaşır bu nefretini: Sevmek ve hayal etmek mesela… "Haydi beni sev!” “Hayal et!”… Düşününce ne kadar mantıksız geliyor değil mi bir insana bunları yapmasını emir kipi ile söylemek. Bir insanı hayal kurmaya zorlamak ya da bir şeyi zorla sevmeye…

Peki şu nasıl geliyor kulağa? “Oku!” “Oku diyorum sana, okusana, sana okumanı emrediyorum!” “Odana çık ve oku!” Aynı derecede mantıksız değil mi? Öyle gelse de okuma ile ilgili olan cümleleri hem öğretmenler hem de aileler olarak sıklıkla kurmak zorunda kalıyoruz. Çünkü çocuklarımızı kitaplardan uzaklaştıran pek çok uyaranla karşı karşıyayız. Bilgisayar oyunları, komik videolar, tüm sınıf arkadaşlarının izlediği ve üzerinde konuşmak isteyecekleri televizyon dizileri… Ne kadar uğraşırsak uğraşalım bu tuzaklardan kurtarıp kitabın başına oturtamıyoruz onları ve hemen geçmişin şarkısını söylemeye başlıyoruz: Biz böyle miydik?

Evet, değildik. Hatta bazen ailelerimize rağmen okurduk. Eğer okumayı seven bir çocuk olduysanız, geçmişte en az bir kere “Çok okudun, gözlerin bozulacak.” “Hava çok güzel, dışarı çıksana biraz.” “Uyu artık, okula geç kalacaksın!” cümlelerini duymuş olmalısınız. İşte bu noktada fark ediyoruz ki aslında biz de düzene karşı bir eylem olarak okuyorduk belki de… Pennac’ın deyimiyle romanın keyfine aileye itaatsizliğin keyfi de katılıyordu. Buradan başlamak doğru olabilir belki: Okumayı bir zorunluluk olmaktan çıkarmak…

Okumayı sorumluluk olarak kabul etmek, evlerimize, sınıflarımıza okuma çizelgeleri asmak, ailece sahte okuma saatleri düzenlemek sadece bizi rahatlatıyor zaten aslına bakarsanız. Kimsenin bunlar yapıldı diye okuma alışkanlığı kazandığı yok.

 

Kendi çocukluğumuzu bırakıp çocuğumuza dönelim tekrar.  Genellikle anne babalar ilkokul çağındaki çocuklarının okumadığından şikâyet eder ve eklerler: “Eskiden çok okurdu, adeta yutardı kitapları. Şimdi varsa yoksa tablet. Sürekli arkadaşları ile konuşuyor.” İşte ikinci şifremiz de bu: Çocuk büyüdü ve artık okumuyor. Kitabımızda, Fransız şair Paul Valery’nin bir cümlesi üzerinde duruluyor. Valery, nezaket timsali genç kızlara okul kurumuna sonuna dek saygı gösteren eğitici bir konuşma yaparken çocukların masalları sütlerini içer gibi içtiklerini söylüyor ve ekliyor, “acımasız ve kusursuz bir okur kitlesidir çocuklar”.

Yani diyor ki: Daha başlarken iyi okurdur çocuk. Çevresindeki büyükler kendi yeteneklerini ispatlamak yerine onun coşkusunu besler, ezberlenecek ödevlerini belletmeden önce öğrenme arzusunu uyarırlarsa hep öyle kalma ihtimali de yüksektir. 

O halde ne yapmalıyız? Çocukları yolun sonunda beklemekle yetinmeyip gayretlerine eşlik edebiliriz. Çok yorucu bir iş günü bitip de eve döndükten sonra en büyük isteğimiz kendimize zaman ayırmakken zor da olsa akşamlarımızı kaybetmeye razı olup şimdiki zamanı heyecanla doldurabiliriz. Okuma fiilini emir kipi ile tamamlamak yerine etkinlik haline getirebiliriz. Bu şekilde onları gelecek kaygısında boğmak yerine zevkle yaptıkları bir eylemin sıkıcı hale gelmesini engelleyebiliriz. 

Kitapta sıklıkla çocuklara ve gençlere hangi yaşta olurlarsa olsunlar yüksek sesle roman okumanın öneminden bahsediliyor. Pennac bunun üniversite çağındaki gençler üzerinde bile çok etkili olduğunu kendi deneyimleri ile anlatıyor bizlere. Bunu yaparken onların yolundan çekilmek de önemli. "Anladın mı?" "Ne olacak bundan sonraki bölümde?" gibi sorularla akışı bozmamak aslında. 

Peki hiç mi müdahale etmeyelim, özellikle de ilkokul çağındaki genç okur adaylarına, onları bu konuda "eğitmeyelim mi"?  Sanırım, eğitme görevinin, onlara okumayı öğretmek, edebiyata alıştırmak, kitaplara ihtiyaçları olup olmadığını serbestçe karar vermeleri için gerekli araçları sunmak ve beklemekten ibaret olduğunu kabul etmek yeterli olacaktır. Kitapta çok etkilendiğim bir bölüm var: Kişinin okumayı reddedebileceğini kabul etsek bile, onun kitaplar tarafından reddedilmesi-veya reddedildiğini sanması-tahammül edilemez bir durumdur. Kitaplardan yoksun olmak büyük kederdir, yalnızlık içinde yalnızlıktır. Ne kadar üzücü değil mi? 

Onları yalnız bırakmayalım. Bu noktada kendi çocukluğumuz ve gençliğimizle barışık olmanın bilgeliğini de kendimize rehber edinebiliriz. Belki minicik dokunuşlarla tekrar iyi okurlar olabilirler. İşte o zaman yani çocuklarımız okumanın zevkine varıp iyi birer okur olarak kalırlarsa bambaşka bir çağ başlar hepimiz için…


31 Ocak 2023 Salı

Katip Bartleby; Şürekası ve Yapmamayı Tercih Etmek...

 

“Ciddi bir insanı pasif bir direniş kadar çileden çıkaran bir şey yoktur.”

                         Yazar Jale Sancak’la yürüttüğümüz “Eleştirel Okuma Atölyesi”nde Hermann Melville’in Kâtip Bartleby’sini inceleyeceğimiz hafta güzel bir tesadüf eseri o dönemde 8 yaşında olan oğlum da aynı yazarın Mobby Dick’ini okuyordu. Kitabı, özellikle, ismini söyleyerek sipariş etmişti almam için. Doğrusunu söylemek gerekirse bu büyük eseri ilkokul öğrencisi bir çocuğun biliyor olmasına hiç şaşırmamıştım. Çünkü o, Moby Dick’ti ve kitaplara azıcık ilgisi olan bir çocuk tarafından biliniyor olması gayet doğaldı. Çünkü ben de o klasiği okuduğumda aşağı yukarı oğlumla aynı yaşlardaydım.

            Oğlum kendi kitabını, ben de kendiminkini mutlu mesut okuyup bitirdikten ve Melville’in hayat hikayesini Jale Sancak’ın düzenlediği çalışmada öğrendikten sonra buna aslında şaşırmam gerektiğini fark ettim. Şaşırdım çünkü klasik romanın başyapıtlarından biri sayılan Moby Dick’i ve birçok yapıta ilham veren kısa kült öyküsü Kâtip Bartleby’yi ardında bırakıp öldüğünde Melville’in çok kısıtlı bir çevre tarafından tanınan, adı sanı bilinmeyen bir yazar olduğunu bilmiyordum.

            Melville,1819’da sekiz çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelmiş, ekonomik zorluklar nedeniyle küçük yaşta çalışmak zorunda kalmıştı. Onun için çalışmak, kitaplara ulaşmak ve hayatını sürdürebilmek için zorunlu olarak yaptığı bir eylemdi. Bir yandan Shakespeare okuyup bir yandan da tarih ve antropoloji konularında kendini geliştirmişti. 18 yaşında Liverpool’a giden bir gemide tayfa olarak iş bulması ile denizcilik hayatı başladı. On sekiz aylık bir yolculuğun ardından gemiden kaçtı, Yamyam olarak bilinen Typee yerlilerinin arasında bir süre yaşadı, hapishanede tutuklu kaldı. Bu zorluklar içerisinde boş durmuyordu. Kâğıt ve kaleme ihtiyaç duymadan, ileride yazacağı Moby Dick adlı eserinin alt yapısını zihinde oluşturdu. 1843’te ABD Donanmasına katıldı ve ertesi yıl Boston’a geldi. 1863’ten itibaren New York’ta gümrük müfettişi olarak çalıştı. Aslında yapmak istediği sadece yazmaktı ama yaşayabilmesi için para da kazanması gerekiyordu.

            Kâtip Bartleby isimli uzun öyküsünü Melville bu yıllar arasında yazdı. Kitabın kahramanı Kâtip Bartleby, Melville’i yaşadığı dönemde üne kavuşturamadı hatta onun ünü yazarın önüne geçti. Bartleby’yi bu kadar önemli bir simge haline getiren ne oldu? Bunu anlamak için yazarın hayat hikâyesinin ardından kitaptaki kurguya bir göz atalım: Uzun zamandır üç katiple çalışan mühürdarlık bürosu, işlerinin çoğalması nedeniyle yeni bir çalışan arayışına girer. Bir sabah kapıda hayalet gibi bir adam belirir. Sessiz, sakin, temiz görünüşüyle kâtip olmak için biçilmiş kaftandır. İşe hemen kabul edilir. Adı Bartleby’dir yeni kâtibin. Mühürdarlık bürosunun sahibi kısa süre sonra turnayı gözünden vurduğunu düşünmeye başlar. Yeni kâtip hiç durmadan çalışmakta, büroya herkesten önce gelip en son çıkmakta, en uzun metinleri birbiri ardına hiç şikâyet etmeksizin kopya etmektedir. Bu böyle sürüp gider. Bir sabah büronun sahibi onu yanına çağırıp uzun bir metni dikte etmesini isteyene kadar… Bartleby’nin dudaklarından, kendisini simge haline getiren o cümle sakince dökülür: YAPMAMAYI TERCİH EDERİM!

            Mühürdarlık bürosunun diğer kâtipleri bu cevaba çok sinirlenirler. Çünkü, Bartleby’nin yapmamayı tercih etmesi onların iş yükünü artıracaktır. Patron ise şok olur, cevabı yanlış anladığını düşünerek sorusunu tekrar eder. Bir kez daha aynı cevabı alsa da öfkelenmez daha doğrusu öfkelenemez. Bartleby’nin cevabını verirken sergilediği nezaket, beden dili ve ses tonu öfkelenmesini engeller. İlerleyen günlerde Bartleby’nin “yapamamayı tercih ettiği” şeylere yenileri eklenir. Postaneye gitmek, istenen bir eşyayı getirmek de yapmamayı tercih ettiği işler arasındadır artık. Patron da yavaş yavaş sinirlenmeye başlar. Onu, öfkesine hâkim olmaya iten tek şey Bartleby’nin çalışkanlığıdır. Kendi istediği metinleri hala dikte etmeye hem de bunu en iyi şekilde yapmaya devam etmektedir. Peki işler nerede sarpa sarar? Ona da bakalım.

            Patron, bir pazar günü büroya uğramaya karar verir. Anahtarı kilide sokar ancak kapıyı açamaz. İçeriden Bartleby’nin kibar cevabı duyulur: “Müsait değilim, sonra gelin.” Mühürdar şaşkına dönmekle beraber Bartleby’nin isteğini yerine getirir. Dışarıda biraz dolaştıktan sonra geri döner ve Bartleby’nin bürosunu ev gibi kullandığını fark eder. Hem de kira ödemeden...  Ertesi sabah kâtibe kalacak başka bir yer bulmasını söylediğinde aldığı cevap patronu sersemletir: “Kalmayı tercih ederim.” Bir süre sonra hiçbir iş yapmamaya başlayan kahramanımızı işten çıkarmayı da bürodan göndermeyi de başaramaz. En sonunda ondan kurtulmak için bürosunu taşıyarak çözüm bulma yoluna gider.

            Herkes taşındıktan sonra Bartleby, bir süre daha büroda kalmaya devam eder. Büronun mal sahibi mühürdardan yardım istemeye gelir. Polise bilgi vermek zorunda olduklarını söyler ve mühürdarın onunla son kez konuşmasını rica eder. Mühürdar onunla son kez konuşur fakat yine ikna edemez. Bunun üzerine Bartleby hapse gönderilir. Mühürdar, Bartleby'yi hapishanede ziyaret eder. Bartleby, onu suçlayan birkaç cümlenin ardından konuşmamayı tercih eder. Kitap, “Vah Bartleby! Vah insaniyet!” cümlesi ile son bulur.

            Novellamız son bulsa da “yapmamayı tercih ederim.” cümlesi önemini korumaya devam eder. Hatta yıllardır, “bireysel olan politiktir” mottosuna örnek teşkil edecek şekilde farklı alanlarda aktivistler tarafından slogan olarak kullanılır. Bu arada değinmeden geçemeyeceğim bir nokta daha var, öykümüzün kahramanının edebiyat çevresinde farklı bir ünü daha var. Kendisi “Bartleby Sendromu” olarak adlandırılan sanatsal bir reddedişe adını vermiştir. Yazarların yeteneklerine rağmen çeşitli nedenlerle bazen nedeninin ne olduğunu bile bilmeden yazmaktan, yaratmaktan vazgeçmesi durumuna Bartleby Sendromu denmektedir. Bu sendromu yaşayan o kadar çok sanatçı vardır ki başka bir kitabın konusu olmuştur. Enrique Vila-Matas, “Bartleby ve Şürekası” isimli romanında bu konuyu uzun uzun ele alır.

            İşte, Kâtip Barleby’nin hikayesi böyle. Ben, Can Sanat Yayınları Kısa Klasikler serisinden okudum. Kaya Genç’in çevirisi mükemmel. Diğer taraftan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, kitabı harika bir tanıtım yazısı ile yayımladı. Bu tanıtım yazısına da burada yer vermek istiyorum: Yirminci yüzyıl edebiyatını etkileyen Bartleby, dünya edebiyatının simge karakterlerinden biri, hayata karşı takınılan alabildiğine net bir tavrın ismidir. Kâtip Barleby, bir reddedişin, bir direnişin, nihayet insanın kendisi olarak kalma iradesinin ölümsüz simgesidir.

            Sürekli mutlu olmamız veya bir şeylerden keyif almamızı bekleyen toplumsal düzende, şikâyet etmeden her beklentiyi severek karşılamamızı isteyen iş yaşamında aslında hepimiz bir gün Bartleby olmayı hayal etmiyor muyuz? Yapmama yönündeki tercihimizi dile getirip oyundan çıkmayı düşünmeyenimiz var mı? Bence yok…

                


29 Ağustos 2022 Pazartesi

Barbarları Beklerken

 




BARBARLARI BEKLERKEN

          Çünkü hava karardı, barbarlar gelmedi.

Ve sınır boyundan dönen habercilere göre,

Barbarlar diye kimseler yokmuş artık.

Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?

Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.

Constantino Kavafis

 

            Her edebiyatseverin kendini yakın hissettiği bir tür vardır. Dürüst olmam gerekirse, benim gönlüm hep romandan yanadır, şiirden değil… Bununla birlikte okumaktan çok keyif aldığım şairler sıralaması yapsam, listenin en üstünde Kavafis olur. Galiba hem bizden biri hem de “Uzak” olduğu için. En sevdiğim şiiri, Uzak. Diğerlerini de bilirim şöyle böyle, İthaka’nın yeri ayrıdır kalbimde. Ama içlerinden biri vardır ki bir şiirden fazlasıdır, okurken dünya tarihi gözünüzün önünden film şeridi gibi geçer: “Barbarları Beklerken”…

            Barbarları Beklerken, Antik Roma’da imparatorun, senatörlerin, konsülün şehre gelecek olan barbarları beklemesini, aslında onlardan medet ummasını anlatır. Halkın sorunlarına çözüm bulamayan, sorularına cevap veremeyen iktidar, halkı susturmak, kendi erkini kanıtlamak için hep aynı cümleyi kullanır: “Barbarlar geliyor!”             Zaman geçer, barbarlar gelmez. Halk buna sevineceği yerde üzülür çünkü medeniyet barbarlar olmadan anlamsızdır. Ve barbarlar gelmeyince sorunlarının sorumluları konusunda kafaları karışır. Kavafis’in 1903 yılında kaleme aldığı şiir “muasır medeniyet” seviyesine gelirken yapılan barbarlıklara ayna tutar.

            Gelelim asıl konuya… Jale Sancak ile yürüttüğümüz okuma atölyesinde, geçtiğimiz yıl Güney Afrikalı yazar J.M. Coetzee ile tanışma şansım oldu. 2003 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü almış olan yazardan İlk okuduğum kitap Petersburglu Usta’ydı ve onu “Barbarları Beklerken” takip etti. Tabii ki ikinci olarak bu eseri seçmemin nedenlerinden en önemlisi çok sevdiğim şiirle aynı adı taşımasıydı. Hatta aynı adı taşımakla kalmayıp şiirin atmosferini fon olarak kullanan bir başyapıt olması…

            Roman, geniş topraklara yayılmış hayali bir imparatorlukta, bilinmeyen bir sınır kasabasında, bilinmeyen bir zamanda geçiyor. Barbarlar olarak tabir edilen insanlar ise balık tutan, toplayıcılık, avcılık ve tarım yapan yerliler. Kahramanımız, bu kasabada uzun yıllardır görev yapan sulh hâkimi. Olaylar onun gözünden aktarılıyor. Sözüm ona imparatorluğa karşı ayaklanarak tehdit oluşturan barbarların kalkışmasını önlemek üzere gönderilen garip gözlüklü, rahatsız edici bir insan olan Albay Joll gelmeden önce rahatına düşkün bir hayat süren hâkimin hayatı onun gelişiyle sonsuza kadar değişiyor. Albay Joll, imparatorluk için tehdit arz eden barbarları kontrol altına almak için çölde ava çıkıyor ve bir süre sonra yanında bir grup yerliyle birlikte dönüyor. Barbar isyanında rol alması muhtemel bu insanlar kör ediliyor, kalıcı şekilde sakat bırakılıyor ve ölümler başlıyor.  Bu sırada kahramanımız “bazı insanlar haksız yere acı çektiğinde, acılarına tanık olanların kaderine utanç hissetmek düştüğü”nü söylese de içten içe bunun sahte bir avuntu olduğunu biliyor ve iç hesaplaşması hikaye boyunca devam ediyor. Aslında bir görünüp bir kaybolan, sesi soluğu çıkmayan barbarların imparatorluğun kendi gücünü, kendi medeniyet seviyesini kanıtlamak için ihtiyaç duyduğu kurbanlar olduğunu biliyor. Her iktidarın varlığını sürdürebilmek için bir düşmana ihtiyacı olduğunu da…

            Sonunda imparatorluğun istediği oluyor ve barbarlar ayaklanıyor. Sulh hakimi de şiddetten nasibini alıyor. Barbarlar surların içine tekrar yerleşip sözde medenileri kaçırıyorlar. Kahramanımız sınır kasabasında yaşamaya devam ediyor ve barbarların da bir süre sonra sahte medeniyetin çarkları arasında un ufak olacağını düşünüyor:

            “Ama barbarlar ekmeği, taze ekmeği, karadut reçelini, ekmek ve Bektaşi üzümü reçelini tadınca bizim tarafımıza geçecekler. Tahıl yetiştirmeyi bilen erkeklerin ve şifalı meyveleri kullanmayı bilen kadınların sanatı olmadan yaşayamadıklarını fark edecekler.”

            Sömürgeciliğin eleştirisi olan kitapta otoriteyi temsi eden Albay Joll, hayali düşmanları yok etmek için uğraşıp önüne her gelene işkence yaparken, siz de kimin barbar olduğunu sorguluyorsunuz ister istemez. Gücünü kanıtlamak için şiddetin her türlüsünü kendine hak gören sözde uygar toplumlar mı yoksa işgal edilen topraklarda hali hazırda yaşamakta olanlar mı?  Medeniyet götürmek için eskiden beri o topraklarda yaşayanların kültürüne, yaşamına el koyup değiştirmeye çalışanlar mı? Sanırım cevabı uzun uzun düşünmeye gerek yok.

            Film uyarlaması kitap kadar olmasa da ilgi çekici. Avrupa kolonyal yaşamına bir bütün olarak bakmamızı sağlıyor. Filmde emperyalizmin barbarları beklemeye ihtiyaç duyduğu gerçeği çarpıcı bir şekilde vurgulanıyor. İçinde yaşadığınız muasır medeniyetin nelerin üzerine inşa edilmiş olduğunu fark edip ister istemez düşünüyorsunuz:

Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?

Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.


11 Ağustos 2022 Perşembe

Sophie'nin Seçimi ve Kötülüğün Sıradanlığı Üzerine

 


Hayal ürünü kötülük romantik ve renklidir, oysa gerçek kötülük karanlıktır, yavan, anlamsız ve boğucu…

Simone Weil/Tanrıyı Beklerken

 

            Uzun zamandır okumayı ertelediğim, kitaplığımda beklettiğim bir kitaptı Sophie’nin Seçimi…

            Amerika’nın önemli yazarlarından biri olan ve 2006 yılında aramızdan ayrılan William Styron, sinemaya da uyarlanan, yayımlandığı 1979 yılında büyük yankı uyandıran bu eseri ile Amerikan Ulusal Kitap Ödülü’nü kazanmıştı. Türkçe olarak ilk kez 1983 yılında yayımlanan ve bir süre yeni baskısı yapılmayan kitap, 2019 yılında Doğan Kitap tarafından tekrar yayımlandı. Geçtiğimiz kış, ülkemizde totalitarizm üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan filozof ve siyaset bilimci Hannah Arendt’in, Nazi Almanyası döneminde milyonlarca insanın toplama kamplarına götürülmesinden sorumlu Adolf Eichman isimli SS subayının Kudüs’teki yargılanma sürecini ele aıldığı kitabı “Kötülüğün Sıradanlığı”nı okuduktan sonra “Sophie’nin Seçimi”ni de okumak aklıma düştü. Satın aldım, ancak dediğim gibi okumak için yaz tatilini bekledim.

            Fazlaca hüzün içermesine ve bir yaz kitabı olmak için fazla ağır bir konuya sahip olmasına karşın tatilde okumak için beklememin en önemli nedeni, kitabın sayfa sayısıydı. Okuduğum kitapları markete giderken bile yanıma alma merakım, yaklaşık 750 sayfa kalınlığında olan bu eseri sürekli çantamda taşıma ihtimalimi azalttığı için beklemek zorunda kaldım aslında…

            Kitabı okumaya niyetlenenler için hemen belirtmek isterim ki sayfa sayısının çokluğuna ve konunun barındırdığı hüzne rağmen hızlı okunan, son derece akıcı bir kitap. Çünkü kitabı okurken, baş karakter-çiçeği burnunda yazar Stingo’nun deyimiyle, toplama kampında yaşadıklarını anlatan Sophie ile öyle eksiksiz özdeşleşiyorsunuz ki kendinizi Polonyalı hissediyorsunuz. Damarlarınızda “kokuşmuş” Avrupalı kanının dolaştığını ve hatta Auschwitz’in ruhunuza musallat olduğunu…

            Kitabın felsefesini daha iyi anlayabilmek için yazarın hayatına ve yaşadığı döneme bir göz atmanın iyi olacağını düşünüyorum. Zira, İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD Deniz Kuvvetleri’nde teğmen olarak görev yapmış William Styron’un yaşam öyküsü eserin ortaya çıkmasında önemli bir role sahip.

            İkinci Dünya Savaşı biter bitmez, 29 Ekim 1945’te varoluşçu filozof Jean Paul Sartre, Paris’te Club Maintenant’ta savaşın yarattığı çöküntü ile ilgili düşüncelerini anlattığı “Varoluşçuluk Hümanizmdir” isimli ünlü konuşmasını yapar ve bir gecede şöhrete kavuşur. Sartre, konuşmasında “Varlık özden önce gelir.” diyerek varoluşçuluğun tek ve doğru kuram olduğunu savunur. Bireyin seçme özgürlüğüne dayandırdığı felsefesini "İnsan her şeyden önce var olur, kendisiyle karşılaşır, dünyada yükselir ve daha sonra kendini tanımlar". cümlesi ile ifade eder. Ona göre, bireyin eylemi, seçimleri insanlığı etkiler ve şekillendirir. “Kendimi şekillendirirken adamı şekillendiriyorum.” der.

            Bu ünlü konuşma, kitap haline getirilir ve binlerce kopyası savaşın ardından yorgun ve harap düşmüş Avrupa’ya dağılır. 1923 Virginia doğumlu Teğmen Stryron, savaşın ardından ülkesine döndüğünde, cebinde “Varoluşçuluk Hümanizmdir” başlıklı konuşmanın bir kopyası, aklında ahlaki sorular vardır. Özgürlük, sorumluluk, insanlık gibi konuları mesele edinerek yazmaya başlar. Bakış açısını Sartre felsefesi ve varoluşçuluk üzerine kurar. Öncelikle kendi doğduğu coğrafyanın, muhafazakar güney eyaletlerinin en önemli konusu olan kölelik üzerine yazar ve uzun bir suskunluk döneminin ardından büyük eseri Sophie’nin Seçimi’ni kaleme alır.

            Bu uzun girişin ardından kitabımıza bakmaya başlayabiliriz.

            Hikaye, Holokost üzerinden bireyin ve tüm insanlığın içindeki kötülüğün doğasına ve şartlar uygun olduğunda ne kadar kolay sıradanlaştığına ayna tutuyor. Bu aynada II. Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarına gönderilen milyonlarca insan ile beraber Amerika’nın kölelik tarihini de görebiliyoruz.  

            Yıl 1947, Brooklyn… 22 yaşındaki Stingo, yazar olma hayalini gerçekleştirmek için editörlük yapmayı bırakır ve Yahudilerin yaşadığı bir pansiyona yerleşir. Pansiyonda geçirdiği ilk gece enteresan bir çiftle tanışır… Yetenekli ve çok zeki bir Yahudi olan Nathan ve Auschwitz toplama kampından sağ kurtulan güzeller güzeli Polonyalı Katolik Sophie… Bu çiftin hayatında bırakacağı etkiyi, yıllar sonra kendi hikayesini anlatırken “sanki kara kışın ortasında biri arkamdan kutup çöllerine bir kapı açmıştı, kaçmak istedim onlardan” diye değerlendirir. “Eğer pılımı pırtımı toplayıp tüyseydim burada bambaşka bir hikaye anlatırdım ya da anlatacak bir hikaye kalmazdı geriye…”

            Ortada müthiş bir hikaye olduğuna göre tahmin edeceğiniz üzere Stingo kaçmaz, kaçamaz. Hikaye önce yaşanır, sonra yazılır. Sophie, Nathan ve Stingo arasında tuhaf bir dengede duran yakın bir dostluk kurulur. Birbirlerine büyük bir tutku ile bağlı olan Nathan ve Sophie arasında kavga gürültü hiç bitmezken Stingo da Sophie’ye gizliden gizliye aşık olmuştur. Sophie, Stingo’ya o güne kadar kimseye güvenmediği kadar güvenir. Ona Polonya ve Auschwitz’de başından geçenleri anlatmaya başlar. Anlattıkça acısı azalacağı yerde katlanarak artar çünkü yaşadıklarını ilk kez dillendiriyor olmak onun için çok zordur.

            Sophie, kampa getirildiği gün, yanında Eva ve Jan adında iki çocuğu vardır. Ölüm treninden indiğinde, kendisini çocukları ile birlikte, tutsakların akıbetine karar veren bir tıp doktorunun karşısında bulur. Aklında tek bir şey vardır: Bu adama bir Yahudi ya da bir komünist olmadığını, inançlı bir Katolik olduğunu mükemmel Almancası ile anlatmak ve bu sayede çocuklarını kurtarmak. Oysa sonuç beklediğinden çok farklı olacaktır. Sarhoş doktor, Sophie’ye İncil’den bir cümleyi hatırlatarak dindarlığını kanıtlamasını ister:  “Küçük çocukları bana erişmekten alıkoymayın.”

            İki çoğundan birini seçmesini ister. Seçtiği çocuk yanında kalacak, diğeri gaz odasına gönderilecektir.

            Kitabın bundan sonrasını anlatmaya gerek yok. Sophie’nin seçim yapıp yapmadığı, yaptıysa hangi çocuğunu seçtiği veya nedeni değil önemli olan… En azından benim için değil. Sophie güçsüzdü, bir seçim yapmak zorundaydı. Aksi takdirde iki çocuğunu da kaybedecekti. Beni ilgilendiren kişi Stingo’nun taktığı isimle Doktor “Jemand von Niemand” , (Türkçesi Doktor Birisi Hiçkimse)  oldu...

            Bu bölümü okurken doktorun, ustalıkla kurduğu bu eylemi gerçekleştirebilmek için uzun zamandır Sophie ve çocuklarına rastlamayı beklediğini hissettim.  Sanki yüreğinde taşıdığı sefillikle hayatta en çok istediği, can attığı şey Sophie gibi birine yani müşfik ve fani bir Hıristiyan’a affedilmez bir günah işletmekti. Diğer SS otomatlarından farklı olarak iyiliğe ve kötülüğe eşit miktarda yatkındı sanki…

            Kitabı bitirir bitirmez Meryl Streep’e Oscar kazandıran film uyarlamasını izledim. Doktoru kimin nasıl canlandırdığını çok merak ediyordum. Filmin bütün başarısı bence o sahnedeydi. Kötülüğün nasıl sıradanlaştığını, oyun haline geldiğini iliklerime kadar hissettim. Sophie’nin seçimi bir zorunluluktu, güçsüzlüğünden, acizliğinden kaynaklanıyordu. Peki doktor? O neden ve nasıl bu kadar kötü olmayı seçmişti? Onu kötülüğü sıradanlaştırmaktan ne alıkoyabilirdi?

            Kitabın son bölümü bu sorulara bir parça cevap niteliğinde. Artık çok genç olmayan ünlü yazar Stingo, o kötü günlerde kaleme aldığı güncesini açıyor ve “Yüreğindeki sevgiyi tüm canlılara bahşet.” cümlesi ile karşılaşıyor. Bu cümleyi, evrensel bir pınardan türemiş, telif hakkı Tanrı’da olan bir kelam olarak değerlendiriyor. Laotzu’ya, İsa’ya, Budha’ya, binlerce küçük çaplı elçiye ayan olmuş bu sözleri gözü dönmüş bir zırdeli gibi dağa taşa nakşetmek istemiş olduğunu hatırlıyor ve ekliyor: “Ne var ki bu cümle bizi başka bir soruna taşıyor: İfadenin uygulanmadaki imkansızlığına.” Sonuçta o kamplarda yaşananlar devasa sevgi akışına insanlığın damarlarını tıkayan ölümcül bir emboli gibi misali tam anlamıyla ket vurmadı mı? Ya da doğa sevgisini tümden çarpıtmadı mı? Ya da en güzel ve kutlu varlıklar bir yana bir karıncayı, kertenkeleyi, engereği, kurbağayı, tarantulayı, kuduz virüsünü bile sevme fikri, dünyaya Auschwitz gibi kapkara bir yapının inşa edilmesine imkan tanındığı için gülünç hale gelmedi mi? Evet, geldi...

    Yine de ve her halükarda bu cümleyi kırılgan ama kalıcı bir umudun yadigarı olarak saklamak gerek… 

    Yüreğindeki sevgiyi tüm canlılara bahşet!

17 Eylül 2020 Perşembe

Kabil'i Yetiştirmek

 



KABİL’İ YETİŞTİRMEK

Bütün çocukları severim. Oğlanlar hariç.

Lewis Caroll

 

            Geçtiğimiz yaz okuduğum bir kitaptan çok ama çok etkilendim. Tesadüfen keşfettiğim kitap, başlığı ile ilgimi çekti önce. O sıralar Saramago’nun Kabil’ini okuyordum ve zihnim onunla fazlaca doluydu. Başlığı ile dikkatimi çeken kitabın arkasına şöyle bir göz attığımda bu keşfin bir tesadüften fazlası olduğunu hissettim. Şöyle yazıyordu: Kabil’i tarihin ilk saldırganı yapan öge, gördüğü acı verici muameleye dayanmasını sağlayacak duygusal eğitimin eksikliğiydi. Peki bu duygusal miras oğullarımızda hala yaşıyor olabilir mi? Kabil’i kendi oğullarımızda sil baştan yetiştirmemiz ve bu sefer ihtiyaç duyduğu duygusal farkındalığı da ona kazandırmamız mümkün mü?

            Kadın cinayetlerinin, tacizlerin sıkça görüldüğü, kadınların ötekileştirilmesine her geçen gün biraz daha alıştırıldığımız, adım başı duygularını ve dolayısıyla da kendilerini kontrol edemeyen adamlarla karşılaştığımız bu coğrafyada mümkün olabilir miydi böyle bir şey? Oğullarımızı, öğrencilerimizi duygularını kontrol eden kişiler olarak yetişkinliğe hazırlayıp, düzenli olarak başkalarının üzüntüsüne dair ipuçlarını görmezden gelen adamlar olmaktan kurtarabilir miydik? Kabil’in hikayesi farklı bir sonla bitebilir miydi?

            Herkes bilir Kabil ile kardeşi Habil’in hikayesini. Tekvin (Yaratılış) kitabındaki bu kıssa gayet yalındır aslında. İki erkek kardeş, Tanrı’yı memnun etmek için ona hediyeler sunarlar. Kabil tarlasındaki meyveleri Habil ise sürüsündeki en değerli koyunu getirir. Tanrı Habil’in hediyesine iltifatlar yağdırırken Kabil’in hediyesi ile hiç ilgilenmez. Kabil bu davranış karşısında kendisini aşağılanmış hisseder, yüzü düşer yine de ağzından duygularını ifade edecek tek bir söz bile çıkmaz. Tanrı, Kabil’e neden surat astığını sorar ve mutlu olması gerektiğini öğütleyen sağlam bir söylev verir. Kabil incinir ama susar. Sonunda öfkeden gözü dönmüş bir şekilde tarlasına kadar sürüklediği kardeşinin canını alır.

            Kıssa, aslında kardeş rekabetine dair olsa da bize daha fazlasını anlatır. Günümüzdeki oğlanların duygusal yaşamından yansımalar görürüz Kabil’in hikayesinde. Hiçbir şeyi umursamaz görünen oğlanların da sevgi ve saygı görme isteği, aşağılanma ve utanç karşısında iletişim kurmak yerine şiddete başvurma, öfkelenme eğilimi bu hikayenin de konusudur aslında. Her oğlanın anne ve babasını-özellikle de babasını- memnun etme arzusunu ve kötü yönetilen bir dizi duygusal tepkinin nasıl trajik bir sona ulaştığını gösterir bize. Benzer şekilde, duygularından uzak kalmış, başkalarının duygularına da duyarsızlaşmış oğlanların yaşamında Kabil’in öyküsü yankılanır. Kabil duygusal farkındalıktan ve empatiden yararlanabilseydi sonuç farklı olur muydu?

            Öyküye bu açıdan baktığımızda günümüzün Kabilleri için neler yapabiliriz?

Platon, MÖ 4. yüzyılda oğlanlar için “bütün vahşi hayvanlar arasında zapt edilmesi en zor olan” demişti. Bu düşünce popülerliğini günümüzde de koruyor. Oğlanlara yönelik bu bakış, sınıf yönetimi felsefesinde şöyle bir sorun yaratıyor:

Eğer öğretmenler bir oğlanın enerjisini ve hareketliliğini (söz konusu varsayımlardan yola çıkarak) “vahşi” ve “tehditkar görmeye programlıysa bizler de oğlana sert bir şekilde karşılık vermeyi, onu gereğinden fazla düzeltmeyi veya azarlamayı, hatta onu “hizaya getirmek” için fazlaca kararlı ve kontrolcü olmayı meşru bir tutum gibi görürüz. Oğlanların, kendilerine kontrolcü davranılmasına verdikleri en yaygın tepki ise kontrol edilmemektir. Yani zıtlaşmak ve başkaldırmaktır.

Özellikle ilköğretim büyük oranda dişil bir ortamdır. Ağırlıklı olarak kadın yönetici ve öğretmenler bulunmaktadır. Bu insanlar da oğlanlardaki yüksek hareketliliğe ve düşük dürtü kontrolüne hoşnutsuzlukla yaklaşır görünmektedir. Oğlanların sevdiği koşmak, fırlatmak, güreşmek, tırmanmak gibi her şey okullarda normal olarak kural dışıdır. Bir oğlanın bu ortam içinde yaşadığı deneyim, güller arasında bir diken olmaya benzer: Farklı, ikinci derecede önemli, bazen hoşnutsuzlukla bakılan bir varlıktır ve bunun farkındadır.

Oğlanlardaki “farklılık” özünde kötü değildir. Ama öğretmenlere, okul kültürüne, hatta bizzat oğlanların kendisine güçlük çıkarır.

Oğlanlar genel olarak hareketli ve dürtüseldir. Enerjileri bulaşıcıdır, özellikle de diğer oğlanlara. Risk alırlar, düştüklerinde ya da azar işittiklerinde canlarının yanacağından habersiz görünürler. Oğlanlar doğrudandır. Düşünceleri de eylemleri de basittir. Dil yetenekleri yavaş gelişir, uzlaşma yerine eylemi tercih ederler (kalem almak için sıra beklemek yerine kutuya yapışmayı tercih etmek gibi).

Sayılan bu nitelikler harekete ve dürtülere yer veren bir oyun sahasında oğlanların lehine çalışır ancak aynı nitelikler sınıf içinde genellikle daha çok işbirliğine yatkın, düzenli ve başarılı öğrenciler olan kızların yanında lütuf olmaktan çıkıp külfete dönüşmektedir. Birçok öğretmen sorunlu sıfatıyla değerlendirilmeyen oğlanların bile hareket, tavır ve davranışlarında ortaya çıkan eril yapıları, okulda başarı kazanmak için üstesinden gelinmesi gereken kalıplar olarak ele almaktadır.

Oğlanların kızlara göre daha düşük performans göstermelerinin nedenlerinden biri kızlara göre daha yavaş olgunlaşmaları, ikincisi ise daha hareketli olup dürtü kontrolünü kızlardan daha yavaş geliştirmeleridir. Kızların oğlanlardan daha erken olgunlaşıyor olması, kızların bilişsel kilometre taşlarını çoğu zaman oğlanlardan daha erken geçtiği anlamına gelir. Kızlar şeylerin isimlerini (örneğin renkler) ve sayı saymayı daha erken öğrenirler. Bu yüzden, öğretmenler daha birinci sınıfta okumayı öğretmek için ilk adımları atmaya başladıklarında hazır ve nazır bekleyenler genelde kızlardır. Bu nedenlerle oğlanların ilk sınıflarda öğrenme güçlükleri çektiklerine dair hatalı teşhislerle karşılaşmaları daha yüksek olasılıktır.

Kısacası okuma öğrenmeye başladığımız yaşlar kızlara uygun olsa da oğlanları dezavantajlı kılmaktadır. Bunun sonucu olarak oğlanlar ilkokuldaki temel öğretim etkinliklerinde kendilerini kızlar kadar yetkin ve değer görmüş hissetmemektedir. Gerçek öğrenme güçlüğü ile mücadele eden oğlanlar ise okul başarısı yolunda çok daha büyük engellerle karşılaşırlar ve öğrenci olarak verdikleri ümit kırıcı mücadele yaşamlarını da tanımlar hale gelir.

Bir oğlan, anaokulundan altıncı sınıfa kadar binlerce saatini okulda geçirir. Hem kendi okul deneyimleri hem de orada karşılaştıkları öğretmen ve yetişkin tutumları onu derinden biçimlendiren etkiler yaratır. Tipik bir oğlan ilkokul müfredatının gelişimsel ve akademik gereklerini karşılamaya çalışırken özel bir mücadele vermek zorunda kalır. Genellikle üçüncü sınıfa geldiğinde öğrenme hevesini yitirmiş, dikkati dışarıya kaymış ve okulu hiçbir şeyi doğru yapamadığı yer olarak hafızasına kazımış oğlanların mücadelesini görürüz. Belki iş hayatında kızlardan daha başarılı olurlar ama ruhlarında hep aynı yabancılaşmayı hissederler. Sebat edip sınıfı geçerler ama zevk alarak öğrenmezler ve yaşamlarının öğrenme açısından bu en verimli yıllarındaki büyük potansiyeli kaybederler.

Kılavuz ilke olarak hatırlanması gereken en önemli şey, oğlanın özgüvenini okula devam ederken sağlam tutmaya çalışmaktır. Başarısı ve ruh sağlığı açısından gerçek risk bu çağdadır. Mezun olduğunda her şey değişecek. Kelimeleri iyi telaffuz etmesinin ya da okumayı sekiz yaşına kadar sökememiş olmasının hiç önem taşımayacağı, kendine uygun bir yer bulacak bu dünyada. Ama okulda başarılı olamadığı için kendinden nefret etmeye başlarsa derin bir çukura düşmüş demektir ve hayatının geri kalanını da buradan çıkamaya çalışarak geçirecektir.

 

 


16 Mayıs 2020 Cumartesi

Vebadan Koronaya




VEBADAN CORONAYA
“Bir kenti tanımanın en bilindik yollarından biri de insanların orada nasıl çalıştığına, orada birbirlerini nasıl sevdiğine ve nasıl öldüğüne bakmaktır.”
Albert Camus

            Hayatımızın en ilginç dönemlerinden birini yaşadık, yaşıyoruz. Hepimiz şoktayız. Salgın sözcüğünü pek çok kez duymuş olmamıza, hakkında pek çok film izleyip çokça kitap okumuş olmamıza rağmen şoktayız üstelik. İzlediğimiz filmlerde, okuduğumuz kitaplarda karşımıza çıkan salgın görüntülerini ve anlatılarını uzak çok uzak bir geçmişin bize asla denk gelmeyecek çaresizliği olarak algılamıştık çünkü. Ta ki ne olduğunu fark etmeden kendimizi okuduklarımızın ve izlediklerimizin bir benzerinin içinde bulana kadar. Ne yapacağımızı bilemedik- hala bilmiyoruz, hislerimizi ifade edemedik- hala edemiyoruz. Duygularımız “aslında bize çok şey kazandırdı” ile “bitsin artık, bezdim” arasında oldukça geniş bir yelpazede.           
            Kendi adıma kazandıklarımdan en önemlisi sanırım “bitpazarına nur yağdırmak” oldu. Yıllar önce okuduğum kitapları döktüm ortaya, seçtim, beğendim, okudum. Tabii ki seçtiklerim bazen bilinçli, bazen bilinçsiz, ama hep dönemin ruhuna uygun oldu. Dönemin ruhu ve salgın denilince aklımıza ilk ne gelmeliydi? Tabii ki Veba... Cezayir asıllı Fransız düşünür ve yazar, varoluşçuluk akımının öncülerinden ve absürdizmin babası Albert Camus’nün 1941 yılında yazmaya başladığı, 1947’de yayımladığı, Avrupa romanlarının en önemli örneklerinden biri olan Veba…
            Önce Camus’den başlayalım: Yazarımız eserini kaleme almadan önce dünya tarihinde yer alan büyük veba salgınlarını derinlemesine araştırır. 14. Yüzyılda Avrupa’da çok sayıda insanın ölmesine neden olan kara vebayı, COVID-19’un da çok sayıda can kaybına yol açtığı, İtalya’nın en güzel bölgelerinden biri olan Lombardiya’da 1630’da baş gösteren İtalyan vebasını, 1655’te İngiltere’de yaşanan büyük veba salgınını, 19. Yüzyılda Çin’in doğu sahillerini kasıp kavuran ölümcül felaketi. Tabii ki bu dönemlerde insanların verdikleri tepkileri ve tepkilerinin sonuçlarını…
            Albert Camus için hayat yaşanmaya değmeyecek kadar absürd, bu kadar kötülüğün yaşanmasına karşı çıkmayan tanrı ise inanılmasına gerek olmayacak kadar önemsizdir. O bunlara ihtiyaç duymadan aziz olunup olunamayacağını sorgular yapıtlarında. Önemli olan, elimize inanılmaya değer olmayan bir tanrının verdiği, yaşanmaya değmeyecek bir hayatla neden hala çarkın içinde olduğumuzu bulmaktır.
            Gelelim kitabımıza… “Bu güncenin konusunu oluşturan ilginç olaylar 194…’te Oran’da meydana geldi. İlk bakışta Oran, gerçekten de sıradan bir kent, Cezayir’in bir Fransız ilinden başka bir şey değildi.” Camus kitabın ilk cümlelerinde olayın geçtiği o silik ve sıkıcı kasabayı bu cümlelerle tanımlar ve ekler: “Kentin kendisi de itiraf etmek gerekir, çirkindir. Her yerde olduğu gibi Oran’da da zamansızlıktan ve düşünememekten insanlar bilmeden birbirini sevmek zorundadır. Hem sonra hiçbir şeyi abartmamak gerekir. Altı çizilmesi gereken, kentin sıradan görünümüdür. Renkten, bitkiden ve ruhtan yoksun kentimiz aslında dinlendiricidir.  İşte böyle bir atmosferde başlar her şey. …
            Bir sabah başkarakterimiz Dr. Bernard Rieux eşini tedavi göreceği hastaneye yolcu etmek için evden çıktığında farelerle karşılaşır. Başlangıçta farelerin varlığına kimseler inanmaz. Ancak fareler, vebaya yakalanan kişilere yaşattıkları ağrı ve acılarla, her sokak başında üst üste yığılmış leşleri ve yarattıkları korku ile yavaş yavaş Oran’ın gündeminde çok önemli bir yer kaplamaya başlar. Ölü sayısı her geçen gün artar. Bir günde veba nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı inanılmaz bir noktaya ulaşır. Karantina başlar, şehre giriş ve çıkışlar yasaklanır.
            Bu arada başkarakter demişken şunu da eklemekte fayda var, her ne kadar Dr. Rieux kurgunun başından sonuna kadar canı pahasına veba ile mücadele etse de okumayı tamamladığımıza onu pek de iyi tanıyormuş gibi hissetmeyiz kendimizi.  Kitapta tüm ayrıntıları ile irdelenen tek şey vebanın kendisidir karakterler değil.
            Veba teması ile iyilik ve kötülük sorgulanır, din ve erdem tartışılır. Şüphesiz kitabın en etkileyici paragrafları başlangıçta bu felaketin dinden yoksunlukla ortaya çıktığını savunan ancak günahsız bir çocuğun ölümünü gördüğü zaman fikrini değiştirmeye başlayan papaz ile doktor arasında geçen diyaloglardır.  Din adamı vebanın ahlaksızlığı yok etmek için ortaya çıktığını savunurken Dr. Rieux acının sadece ahlaksızlara musallat olmayan, rastgele dağıtılan bir şey olduğunu savunur ve insanların acılarını yok etmek için elinden geleni yapar. Ne kadar absürd olsa da ona göre de veba ile savaşmanın tek yolu ahlaklı olmaktır. Sadece onun ahlak anlayışı farklıdır. Bir hastası “Ahlaklı olmak nedir peki?” diye sorduğunda Dr. Rieux “Benim yaptığım işi yapmaktır.” diye cevap verir. Durum böyleyken, bilim bir taraftan, din diğer taraftan ahlakı kendilerince sorgularken halk ne yapmaktadır peki? Tabii ki bizim yaptığımızın aynısını… Yazara göre, şehrin sakinleri bu durumun uzun sürmeyeceğini, hala özgür olduklarını düşünmeye devam eder:  “Aralarından bazılarının hala özgür insanlar gibi hareket ettiğini, hala seçme özgürlükleri olduğunu düşündükleri bile oluyordu. Ama işin doğrusu artık bireysel yargı diye bir şey yoktu. Veba ya da herkesin paylaştığı duygulardan oluşmuş ortak bir tarih vardı.”
            Aradan bir yıl geçtiğinde, Oran’da veba ortaya çıktığı gibi yok olur, halk bunu kutlar. Acılar sona ermiştir. Günlük hayatın normalliğine geri dönülebilecektir artık. Sadece doktor bunun kesin bir zafer olmadığını bilir. Çünkü ona göre; veba asla ölmeyecektir. Yatak odalarında, mahzenlerde, sandıklarda, mendillerde ve eski gazetelerde sabırlı bir şekilde bekleyerek, zamanı geldiğinde mutlu şehirlerdeki farelerini canlandırıp sakinlerini yok edecektir.
            Ölüm konusunda tarih boyunca çok ilerleme kaydedememiş insanlar olarak bizim de bir ortak tarihimiz var artık. Bir kez daha gördük ki hayatta kalmak insanların en temel önceliği.  Peki nedeni ne olursa olsun -veba, korona, savaş, silah- kaçamayacağımızı bildiğimiz bir son olmasına rağmen neden yaşıyoruz? Camus ünlü absürdlük felsefesinde tam olarak bunu anlatır işte. Der ki: “Yaşamın içinde yer alan absürdlüklerin farkına varmak, bizi umutsuzluğa değil trajikomik bir kurtuluşa, kalbimizin yumuşamasına, yargılamaktan uzaklaşmaya ve neşeyle minnettarlığı ahlakımız haline getirmemizi sağlamalıdır.”
            Biz de artık normalleşme sürecine girdik. Kutlama yapacağımız gün yakın gibi. Umarım kutlamaların yapıldığı o güzel gün geldiğinde geride umudu yenilenmiş, kalbi yumuşamış, yargılamaktan uzaklaşmış, neşeyi ve minnettarlığı ahlakı haline getirmiş bir insanlık kalır…


15 Nisan 2020 Çarşamba

Yüzyıllık Yalnızlık ve Büyülü Gerçeklik Üzerine




“Kimse başkasının nasıl ölmesi gerektiğine karar veremeyecek, aşk gerçeği kanıtlayacak ve mutluluk mümkün olacak. Ve ırklar sadece tek bir şeye, yüzyıllık yalnızlığa mahkum edilecek. Yüzyıllık yalnızlık ise sonsuza dek, yeryüzünde ikinci bir şansa sahip olacak.”
Nobel Ödül Töreni Konuşması/ Gabriel Garcia Marquez

            “Bu romanı dikkatle ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım, kitabımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız” der büyülü gerçekliğin en büyük eseri Yüzyıllık Yalnızlık için yazarı Gabriel Garcia Marquez. Namı diğer Gabo…
1965 yılında ailesiyle birlikte tatil yapmaya giderken bir anda arabasını durdurur, eşine bir süre tek başına idare etmesi gerektiğini söyler ve eve dönüp yazmaya başlar. Eve dönerken Gabo’nun kafasında Albay Aureliano Buendia’nın idam edileceği an vardır kitabının ilk paragrafı olarak. Albay, tam idam edilecekken babasının kendisini hayatında ilk kez buz görmeye götürdüğü, cehennem sıcağı, uzak akşamüstünü hatırlamaktadır. Ve o büyük eser, bir tatil yolculuğunun başlangıcında ortaya çıkan bu ilk paragrafın üzerine inşa edilir. Kolombiyalı gazeteci Gabriel Garcia Marquez on sekiz ay boyunca kendisine 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandıracak olan romanını yazmak üzere evine kapanır. Yüzyıllık Yalnızlık, dünya edebiyatının en çok ilgi çeken kitapları arasında üst sıralara yerleşir ve milyonlarca kişi tarafından okunur.
Roman yüz yıl ve yedi kuşak boyunca Buendia Ailesi’nin başına gelen şanslı ve şanssız olayları en ince detayına kadar uzun ve süslü cümlelerle anlatır. Aynı adı taşıyan, karıştırılacak kadar çok sayıda karakterin hikayeleri birbirinin içine girmiştir ve biz onların kim olduğunu karıştırdıkça dönüp bakalım diye belki de, kitabın başında bir soyağacı bulunmaktadır. Tüm bunları düşündüğümüzde Yüzyıllık Yalnızlık okunması kolay bir kitap değildir. Durum böyleyken nasıl olmuş da bu kadar ilgi çekmiş, geniş bir hayran kitlesi edinmiş ve “mutlaka okunması gereken kitaplar” arasına girmiştir?
Çok sayıda Aureliano’nun başından geçen olaylar zinciri sadece yoğun bir romantizm, iç savaş, politik oyunlardan kurulu sıradan bir tarihi dram değildir aslında. Büyülü gerçekliğin en önemli örneklerinden biri olan romanda, fantastik olaylar derin gerçekçilikle, sıradan şeylermiş gibi anlatılırken insan yaşamı ve tarihin gerçek olaylarına son derece absürd bir tonda yer verilir hikayede. Gerçekte var olmayan hayali köy Macondo’da geçen gerçeküstü olaylarla Kolombiya’da yaşanan politik ve ekonomik olaylar birbirinin içindedir. Yıllar geçtikçe karakterler yaşlanır, ölür, yerlerini kendi isimleri taşıyan yenilerine bırakırlar. Bazıları hayalet olarak geri döner, bazıları kendi isimlerini ya da yüzlerini taşıyan benzerleri ile reenkarne olurlar. Hikaye nesiller boyunca devam etmesine rağmen, hep aynı zaman yaşanıyor gibidir. Hatta karakterler benzedikleri ve aynı adı taşıdıkları ataları ile aynı hataları yaparlar.
Bir Amerikan meyve şirketinin Mocondo’ya gelerek çiftlik açması ve “Muz İşçileri Katliamı” adıyla anılan trajedinin yaşandığı sayfalar ise romanın en önemli bölümünü oluşturur ki bu da gerçek olaylarla kurgunun iç içe geçmesinin bir örneğidir. “Muz İşçileri Katliamı” Marquez’i yakından ilgilendiren gerçek bir trajediye dayanmaktadır.
Olayın orijinalinde büyük bir muz plantasyonuna sahip olan Kolombiya’da açılan Amerikan meyve şirketine ait çiftlik olayların merkezidir. İşçilerin haksız çalışma koşullarına başkaldırması sonucu Kolombiya Ordusu harekete geçer ve katliam gerçekleşir. 1928’de,  yani kitabın yazılmasından uzun zaman önce gerçekleşen olayda ölü sayısı bilinmemekle birlikte 47 ile 3000 arasında değişen sayılarda olduğu rivayet edilir. Bundan tam 20 yıl sonra ise katliamı araştırmak isteyen bir gazeteci suikaste kurban gider. Suikastin tetiklemesi ile başlayan halk ayaklanması Kolombiya’nın dışına taşar ve tüm Latin Amerika ülkelerini etkisi altına alır. Olayı ilk elden yaşayan Marquez çok etkilendiği olayları hikayeleştirerek onlara Yüzyıllık Yalnızlık’ta uzun uzun yer verir. Kitaptaki hayali köyün adı olan Mocondo Latin Amerika’da eskiden kullanılan Bantu dilinde muz anlamına gelmektedir zaten.   
Şüphesiz Gabriel Garcia Marquez’i etkileyen ve onu bu romanı yazmaya iten şeyler Kolombiya’da yaşanan olaylar ya da gazeteci kimliği ile sınırlı değildir. Bunların büyük bir rol oynadığı kesin olsa da en büyük payın içinde büyüdüğü ailede, büyükanne ve büyükbabasında olduğu söylenebilir. Büyükbabası Kolombiya’daki muhafazakar hükümete karşı yapılan ayaklanmada rol almış ve Gabo’yu gençlik anılarını anlatarak büyütmüş, onu sosyalist görüşe yönlendirmiştir. Diğer taraftan batıl inançları hayatında büyük yer tutan büyükannesi romanın neredeyse temelini oluşturmuştur. Kendi deyimiyle Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmaya başladığında çocukluğunda kendisini etkileyen her şeyi edebiyat aracılığı ile aktarabileceği bir yol bulmak istemiştir. Bunu “Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne, mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen bir yığın akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille anlatmaktı amacım. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sakin yalnızca gördüğü olağan şeylermiş gibi anlatırdı bana.” cümleleri ile ifade etmiştir. Büyükannesinin yöntemini kullanarak yazdığını söylediği roman ile kolonileşme sonrası bir toplumda yaşamanın tuhaflığını anlatmış, geçmişteki acıları tasvir etmiştir.
Yazılışının üzerinden geçen yıllara rağmen güncelliğini koruyan, çok uzak bir coğrafyada farklı ailelerle zaman zaman benzer şeyler yaşadığımızı düşündüren, okuyana aslında büyük ödüller vadeden bir kitap Yüzyıllık Yalnızlık… Muz Cumhuriyetlerine karşı çıkanların yalnız olmadığına, Gabo’nun Nobel konuşmasında söylediği gibi daha iyi bir dünyayı inşa etmenin mümkün olduğuna bizi inandıran bir kitap…








24 Şubat 2020 Pazartesi

Marie Antionette- Vasat Bir Karakterin Portresi



MARIE ANTIONETTE: VASAT BİR KARAKTERİN PORTRESİ
Şiddetin kurbanından duyduğu korku, kurbanın şiddetten duyduğu korkudan daha büyük olur.
Hepimiz içimizde sadece zor zamanlarımızda ortaya çıkan, hiç tanımadığımız, varlığını bilmediğimiz kimlikler taşırız. Bazı olaylar karşısında kendimizi bile şaşırtacak tepkiler veririz. Her sıradan insan gibi…Bir de tarihin çok acı, kanlı, şiddet dolu dönemlerinde içlerindeki bilmedikleri özelliklerle yüzleşip bambaşka bir kişilikle yeniden doğan insanlar vardır. Bunlar kendileri için hazırlanmış düzen içinde ömürlerini sürdürürken bir anda farklı kimliklerini kendi derinliklerinden çıkararak sıradanlıktan kurtulurlar. İşte böyle bir kadını anlatan kitap Marie Antionette- Vasat Bir Karakterin Portresi… Tarihe ilgi duysun ya da duymasın herkesin çok iyi bildiği cümlenin de sahibi olan kadın aynı zamanda: “Ekmek yoksa pasta yesinler!” Hangi şartlar alında kurabilmişti bu cümleyi? Bir insanı empatiden, sağduyudan bu kadar uzaklaştıran neler olmuştu cümlenin sahibi olan bu kadının hayatında?

Aslında o, ne kendisini giyotine gönderebilmek için her türlü sapkınlığı ona yakıştıran devrimcilerin söylediği gibi bir ahlaksızdı ne de kraliyet yanlılarının övdüğü gibi azizeydi. Aksine sıradan bir karakterdi. Pek zeki olmayan, pek de çılgın sayılmayan, kahramanlık iddiası taşımayan bir kadın… Tüm vasat karakterler gibi doğuştan barışçıl bir yaşama biçimine ayarlanmıştı. İstediği, gölgede yaşamaktı. Dünya tarihine ilişkin bir rol ya da sorumluluk üstlenmek istememiş, bundan korkmuştu. Zevk içinde yaşadığı hayat, günün birinde bir dram ile bölünmeseydi vasat bir karakter olarak yaşayacak, kraliçe olduğuna göre öldüğünde görkemli bir cenaze töreni ile gömülecek, ardından yas tutulacak ve insanların belleğinden silinip gidecekti. Kendisi bile bilmeyecekti ne kadar gururlu ve cesur olabileceğini.  Ama öyle olmadı. Tarih, dünyayı daha akılcı bir biçimde yeniden yaratan ikincil tanrı Demiourgos misali bir trajedide başrol verdi ona…
Stefan Zweig işte bu kadının hayatını anlattığı uzun biyografik hikâyede onu suçlayanlarla savunanların karşı karşıya geldiği bir tarihi de ayrıntılarıyla sunar bize… Marie Antionette- Vasat Bir Karakterin Portresi ile...
Kraliçe, öldüğünde otuz sekiz yaşındaydı. Otuz sekiz yıllık yaşamının ilk otuzunu Zweig’ın deyişiyle sıradan bir yol izleyerek geçirdi. İyide ya da kötüde orta kararlılıktan hiç ayrılmadı, yavan bir ruha sahip, önemsiz bir şahsiyetti. Habsburg Hanedanı’nın prensesi olarak dünyaya gelmişti. Annesi kraliçe Maria Theresia’ydı. Fransız Sarayı’nın gelini olmasına henüz o on iki yaşındayken siyasi nedenlerle karar verilmişti. Neşeli, aklı havada bir çocuktu. Aldığı derslere rağmen Almancayı da Fransızcayı da doğru düzgün konuşamıyor, piyano çalmayı beceremiyordu.
Evliliklerinin ilk yıllarında ilişki kuramadığı kocası, daha sonra doğurduğu çocukları, bir kontla yaşadığı yasak ama herkes tarafından bilinen aşkı, saray eğlenceleri, berberleri, terzileri ve dedikodularıyla hep gündemdeydi. Bir sarayda dünyaya gelmiş, başka bir sarayda yaşıyordu. Zenginlik adına ne varsa hepsine sahipti. Gönlü ise bu varlığın değerini anlamayacak kadar hafifti. Eğer devrim onun dünyasına dalıp bütün öfkesini onun üzerine boşaltmasaydı daha önce aynı sarayda yaşamış yüzlerce kadın gibi dans edecek, konuşacak, sevecek, gülecek, süslenecekti. Ziyaretlerde bulunacak, sadakalar verecek, bu böyle sürüp gidecekti. Ama kader, hiçbir şeyin önünü, ardını düşünmeyen, sürekli ruhunu şımartan bu tasasız kadını nasıl hiçbir bedel ödetmeden mutluluğun en yüksek tepelerine çıkardıysa yine aynı ustalıkla ve ağır bir tempoyla aşağı düşürdü. Yüz odalı bir kraliyet sarayından sefil bir hapishane hücresine, tahttan sanık sandalyesine, saltanat arabasından kadavracı kağnısına, varlıktan yokluğa, bir grubun gözbebeği olmaktan kitlelerin nefretine…
Yetmiş gün boyunca kaldığı zindandan çıkarılıp mahkeme salonuna getirildiğinde kendisinden önce giyotine gönderilmiş olan kocasının yası nedeniyle siyah bir matem elbisesi giymişti. Yüzü solgun, gözleri iltihaplıydı.  Yapabileceği iki şey vardı: başı dik olarak kendini savunmak ve başı dik olarak ölmek. Yargılandığı sırada Herbert adında bir devrimci, kraliçenin oğluyla kurduğu sapkın ilişki ile ilgili bir iddia ortaya atmış ve Zweig’a göre devrimin en korkunç ve en alçakça belgesiyle ilgili sözde bir itirafname hazırlamıştı. Bu iddianame okunduğunda hiç sesini çıkarmadı. Neden cevap vermediği sorulduğunda ise Fransa Sarayı’nın eğlence düşkünü sefih kraliçesi, devrimin başı dik kurbanı “Eğer cevap vermediysem, tabiat bir anneye karşı böyle bir ithama herhangi bir cevap vermemek yolunda direndiği içindir.”  dedi kılını bile kıpırdatmadan. Jüriden onu destekleyen bir uğultu yükseldi. Oradaki bütün kadınlar kendilerini kraliçenin yerine koyup, bu alçakça suçlamanın karşısında ezilmiş, Marie Antionette bir anda kahraman olmuştu. Bu sahnenin yaşanmasına, sefih kadının kahraman mertebesine yükselmesine sebep olması gerekçesiyle iki ay sonra giyotine gönderilen Herbert son yolculuğuna giderken Marie Antionette kadar mağrur değildi.
Antionette, duruşma boyunca kendisi aleyhine şahitlik yapanları da verilen idam hükmünü de hiç kımıldamadan sakin bir şekilde dinledi. Yüzünde ne korku, ne öfke ne de bir zayıflık işareti vardı. Salondan kimseye bakmadan başı dik bir şekilde çıktı. Hücresine döndüğünde gardiyandan mektup yazmak için bir kağıt ve kalem istedi. Hayatı boyunca yazı yazmayı becerememişti ama yazdığı bu son mektupta duygularını kendisinden beklenmeyecek kadar açık ve akıcı anlattı. Zweig kitabında bu mektuptan bahsederken Goethe’nin bir cümlesini anımsatır okuyucuya: “Hayatının sonunda toparlanmış olan bir zihinde şimdiye kadar düşünülememiş olan düşünceler belirir. Bunlar geçmişin zirveleri üzerine pırı pırıl kurulurlar.”
Mektup bittiğinde yine aynı sakinlikle elbiselerini değiştirdi. Ölümü temiz karşılamak istiyordu. Hücresine gelen cellat saçlarını ensesinden kesip ellerini arkasından bağladı. Kağnıya benzeyen idam arabası ile kendisini seyretmek üzere meydana toplanmış olan kalabalığın arasından yüzünde en küçük bir korku ifadesi olmadan geçti. Giyotinin basamaklarına kendisi tırmandı ama öyle arkasından söylendiği gibi topuklu ayakkabıları ile değil çıplak ayaklarla. Cesedi toplu mezara atıldı.
Yargılanma sürecindeyken bir gün ağzından şu cümle dökülmüştü: “İnsan kim olduğunu ancak bir felakete uğradığında gerçekten anlıyor.” Marie Antionette bu sınavı yaşamamış olsaydı, kim olduğunu öğrenip anlayamayacaktı. Zweig’in deyimiyle, “Vasat bir insan kendisiyle boy ölçüşme ihtiyacını asla kendiliğinden hissetmez. Kendini sorgulamaya merak duymaz. Böyle biri olanakları kullanmadan uyumaya bırakır. Aslında var olan yeteneklerini köreltir, sahip olduğu güçler kullanılmayan kaslar gibi zayıflar. Ta ki gerçek bir savunma zorunluluğu karşısında belirinceye kadar.”
Tarih bazen kendisine çok kırılgan bir malzemeye gerilim verebileceğini ya da zayıf ve iradesiz bir ruhtan kendine önemsiz bir kahraman yaratacağını kanıtlamak ister. Marie Antionette de böyle bir trajediden istemeden ortaya çıkan kahramanlardan biri, belki de en güzelidir.



Kitaplara ve Okumaya Dair

  KİTAPLARA VE OKUMAYA DAİR “Akşam vakti, büyüleyici bir masalın tam ortasındaki bir çocuğa, kerameti kendinden menkul bir gerekçe göstere...