KİTAPLARA VE OKUMAYA DAİR
“Akşam vakti, büyüleyici bir masalın tam
ortasındaki bir çocuğa, kerameti kendinden menkul bir gerekçe göstererek
okumayı kesip yatması gerektiğini hiçbir zaman anlatamazsınız.”
Franz Kafka
Öğretmenseniz,
özellikle de dil alanını destekleyen dersler yapan bir öğretmenseniz,
karşılaştığınız en büyük sorunlardan birinin öğrencilerinize okuma alışkanlığı
kazandırmak olduğunu düşünürsünüz. Onlar için listeler hazırlarsınız, yapmaları
gerekenleri anlatırsınız, ailelerine reçeteler verirsiniz, okuma alışkanlığını
geliştirmeyi hedefleyen projeler üretirsiniz. Hepsini ben de yaptım, oradan
biliyorum. Ama bazen hiçbiri sonuç vermez denemelerinizin, olmuyorsa olmuyordur
ve bazen yapacak hiçbir şeyinizin kalmadığını düşünürsünüz.
Ya da… Karşınıza bir kitap çıkar ve hala
denemediğiniz şeyler olduğunu fark edersiniz. İşte böyle bir kitaptan
bahsedeceğim size şimdi: Daniel Pennac’ın “Roman Gibi/Kitaplara ve Okumaya Dair”
isimli eseri. Metis Yayınları’ndan 1992’de çıkmış ve 2012’de tekrar basımı
yapılmış. Kitabı elime alıp kapağını açar açmaz karşılaştığım cümle beni
gülümsetti: BU SAYFALARIN PEDAGOJİK İŞKENCE MALZEMESİ OLARAK KULLANILMAMASI
RİCA OLUNUR. Ben de niyet ettim, öğrendiklerimi öğrencilerim üzerinde
denememeye. Ancak sonradan niyetimi hemen bozdum, çünkü Pennac’ın bahsettiği
uygulamaları kullanmak öğrenciler için işkence değil olsa olsa eğlence olur.
Kitabımızın Simyacının Doğuşu adlı ilk
bölümü şöyle başlıyor: “Okuma fiilinin emir kipine tahammülü yoktur. Başka fiillerle
de paylaşır bu nefretini: Sevmek ve hayal etmek mesela… "Haydi beni sev!” “Hayal
et!”… Düşününce ne kadar mantıksız geliyor değil mi bir insana bunları
yapmasını emir kipi ile söylemek. Bir insanı hayal kurmaya zorlamak ya da bir
şeyi zorla sevmeye…
Peki şu nasıl geliyor kulağa? “Oku!” “Oku
diyorum sana, okusana, sana okumanı emrediyorum!” “Odana çık ve oku!” Aynı
derecede mantıksız değil mi? Öyle gelse de okuma ile ilgili olan cümleleri hem
öğretmenler hem de aileler olarak sıklıkla kurmak zorunda kalıyoruz. Çünkü
çocuklarımızı kitaplardan uzaklaştıran pek çok uyaranla karşı karşıyayız. Bilgisayar
oyunları, komik videolar, tüm sınıf arkadaşlarının izlediği ve üzerinde
konuşmak isteyecekleri televizyon dizileri… Ne kadar uğraşırsak uğraşalım bu
tuzaklardan kurtarıp kitabın başına oturtamıyoruz onları ve hemen geçmişin şarkısını
söylemeye başlıyoruz: Biz böyle miydik?
Evet, değildik. Hatta bazen ailelerimize
rağmen okurduk. Eğer okumayı seven bir çocuk olduysanız, geçmişte en az bir
kere “Çok okudun, gözlerin bozulacak.” “Hava çok güzel, dışarı çıksana biraz.” “Uyu
artık, okula geç kalacaksın!” cümlelerini duymuş olmalısınız. İşte bu noktada fark
ediyoruz ki aslında biz de düzene karşı bir eylem olarak okuyorduk belki de… Pennac’ın
deyimiyle romanın keyfine aileye itaatsizliğin keyfi de katılıyordu. Buradan
başlamak doğru olabilir belki: Okumayı bir zorunluluk olmaktan çıkarmak…
Okumayı sorumluluk
olarak kabul etmek, evlerimize, sınıflarımıza okuma çizelgeleri asmak, ailece
sahte okuma saatleri düzenlemek sadece bizi rahatlatıyor zaten aslına bakarsanız.
Kimsenin bunlar yapıldı diye okuma alışkanlığı kazandığı yok.
Kendi çocukluğumuzu bırakıp çocuğumuza dönelim tekrar.
Genellikle anne babalar ilkokul çağındaki
çocuklarının okumadığından şikâyet eder ve eklerler: “Eskiden çok okurdu, adeta
yutardı kitapları. Şimdi varsa yoksa tablet. Sürekli arkadaşları ile konuşuyor.”
İşte ikinci şifremiz de bu: Çocuk büyüdü ve artık okumuyor. Kitabımızda, Fransız
şair Paul Valery’nin bir cümlesi üzerinde duruluyor. Valery, nezaket timsali
genç kızlara okul kurumuna sonuna dek saygı gösteren eğitici bir konuşma
yaparken çocukların masalları sütlerini içer gibi içtiklerini söylüyor ve ekliyor,
“acımasız ve kusursuz bir okur kitlesidir çocuklar”.
Yani diyor ki: Daha başlarken iyi okurdur çocuk. Çevresindeki büyükler kendi yeteneklerini ispatlamak yerine onun coşkusunu besler, ezberlenecek ödevlerini belletmeden önce öğrenme arzusunu uyarırlarsa hep öyle kalma ihtimali de yüksektir.
O halde ne yapmalıyız? Çocukları yolun sonunda beklemekle yetinmeyip gayretlerine eşlik edebiliriz. Çok yorucu bir iş günü bitip de eve döndükten sonra en büyük isteğimiz kendimize zaman ayırmakken zor da olsa akşamlarımızı kaybetmeye razı olup şimdiki zamanı heyecanla doldurabiliriz. Okuma fiilini emir kipi ile tamamlamak yerine etkinlik haline getirebiliriz. Bu şekilde onları gelecek kaygısında boğmak yerine zevkle yaptıkları bir eylemin sıkıcı hale gelmesini engelleyebiliriz.
Kitapta sıklıkla çocuklara ve gençlere hangi yaşta olurlarsa olsunlar yüksek sesle roman okumanın öneminden bahsediliyor. Pennac bunun üniversite çağındaki gençler üzerinde bile çok etkili olduğunu kendi deneyimleri ile anlatıyor bizlere. Bunu yaparken onların yolundan çekilmek de önemli. "Anladın mı?" "Ne olacak bundan sonraki bölümde?" gibi sorularla akışı bozmamak aslında.
Peki hiç mi müdahale etmeyelim, özellikle de ilkokul çağındaki genç okur adaylarına, onları bu konuda "eğitmeyelim mi"? Sanırım, eğitme görevinin, onlara okumayı öğretmek, edebiyata alıştırmak, kitaplara ihtiyaçları olup olmadığını serbestçe karar vermeleri için gerekli araçları sunmak ve beklemekten ibaret olduğunu kabul etmek yeterli olacaktır. Kitapta çok etkilendiğim bir bölüm var: Kişinin okumayı reddedebileceğini kabul etsek bile, onun kitaplar tarafından reddedilmesi-veya reddedildiğini sanması-tahammül edilemez bir durumdur. Kitaplardan yoksun olmak büyük kederdir, yalnızlık içinde yalnızlıktır. Ne kadar üzücü değil mi?
Onları yalnız bırakmayalım. Bu noktada kendi çocukluğumuz ve gençliğimizle barışık olmanın bilgeliğini de kendimize rehber edinebiliriz. Belki minicik dokunuşlarla tekrar iyi okurlar olabilirler. İşte o zaman yani çocuklarımız
okumanın zevkine varıp iyi birer okur olarak kalırlarsa bambaşka bir çağ başlar
hepimiz için…